YANPARLILAR
Murat YANPAR
İthaf;
Sevgili annem Hatice YANPAR'ın aziz hatırasına ve
pek kıymetli, torunlarıma
ISBN 978-605-87294-0-7
Basım yeri ve tarihi Ankara- 25-02-2012
Düzeltmeler Gülay YANPAR
Kapak Atila YANPAR
Yayına hazırlayan Sedat Gülmez
Eserin tüm hakları yazarı Murat YANPAR'a aittir. Kitabın tamamı ya
da bir kısmı yazarın yazılı izni olmaksızın
© herhangi bir kayıt sistemi
ile çoğaltılamaz, yayınlanamaz, depolanamaz.
Baskı Ajans Türk Gazetecilik Matbaacılık İnşaat Sanayi A.Ş.
İstanbul Yolu 7. Km İnönü Mah. Necdet Evliyagil Sokak No:24
Batıkent-Ankara- Tel:0312 278 08 24-
Faks: 0312 278 18 95
Kültür Bakanlığı
Sertifika No. 14132
YANPARLILAR
I JUANYANPAR
Toros Dağlarında başlayıp Bolivya Potosi'de sona eren trajik bir yaşam öyküsü
(1735-1781)
II
HACI MURAT
Yanpar soyunu yok olmaktan kurtaran kahraman (1810-1900)
III
YANPARLI HÜSEYİN EFENDİ
Mücahit
Kuvayi Milliye ve Müdafai Hukuk Cemiyeti İdare Meclisi Azası
Hüseyin YANPAR' ın hayatından kesitler (1878-1963)
MuratYANPAR
ÖNSÖZ
Yanparlıların geçmişine dönük araştırmalarımı hem yazılı kaynaklardan hem de başka ailelerin hikayelerinden yararlanarak yapmaya gayret ettim. Bu sebeple Yanparlıların uzun yıllar önce ikamet ettiği Toros zirvelerine, Albeyli, Ayrancı, Karaman gibi atalarımın kadim dostlarının olduğu topraklara sık sık ziyaretler gerçekleştirdim. Hızla akan zaman, bu hikayeleri dinlediğimiz büyüklerimizi ebediyete uğurlarken aslında bu hikayeleri de uğurladığımızı bana hatırlatırken, artık daha fazla ertelemenin mümkün olmayacağını fark edip Yanparlıların hikayelerini yazdım. Bu kitapta üç hikayeye yer verdim.
Birinci hikayemiz Bolivya'nın Potosi şehrindeki San Bartolome kilisesinde 1772 yılında kızı Maria Yanpar'ı vaftiz ettiren Juan YANPAR'ın tarihte yaşanmış olayları arka plana alarak kurgulanmış hikayesidir. Juan ismi İspanyolcada ve Biritanya İngilizcesinde her ne kadar "Huan" olarak telaffuz ediliyor ise de araştırmalarımıza göre sömürgelerde "Coan" olarak telaffuz edildiği tespit edilmiştir. San Bartolome kilisesi hala ayakta olup ibadete açıktır. Eski vaftiz evraklarının tamamı ise şimdi müze olarak faaliyet gösteren Potosi Darphanesi arşivlerindedir. Gelecek kuşaklardan meraklı birisinin atalarımızdan Can'ın kızı Maria'nın izini sürüp ailesinden kalanları bulmasını temenni ediyorum.
İkinci hikayemiz, Hacı Murat hakkında olup Karaman ve Mersin' deki aile büyüklerimizden duyduklarımızın kurgulanmış şeklidir. Yörüklerde yazı kullanılmadığı için yazılı bir belge bulmamız söz konusu olamadı. Karaman'a bağlı yeni ismi ile Ekinözü, eski ismi ile Aşiran köyünde yaşayan Cingözer ailesinin büyüklerinden Mehmet Cingözer'de bulunan 1805 yılına ait muhtarlık mührü önemli kanıtlardan biridir. Ayrıca hem Yanpar'da hem de Aşiran'daki akrabaların anlattığı Hacı Murat'ın kaçış sebebi ve öyküsü birbiriyle örtüşmektedir.
Hacı Murat'ın Karaman Aşiran'dan geldiği çok uzun yıllardan bu yana bilinmekte olup oradaki akrabalar ile Yanpar'da yaşayanlar arasında gayet sıkı ilişkiler kurulmuştur.
Erdemli Albeyli köyündeki, Yanpar mezarlığı, Yanpar bayamı, Yanpar'ın kuyusu, ev kalıntıları hala yerindedir ve orada yaşayan köylüler, bu kalıntıların kendilerinden önce burada yaşayan Yanparlılara ait olduğunu anlatmaktadırlar. Kitabın sonuna bu mekanlara ait fotoğraflar eklenmiştir.
Albeyli Köyü'ndeki Yanpar isimli köy, kuyu ve mezarlık kalıntısına ilişkin bulgular ve Yanpar isminin Hacı Murat'ın karsının soyuna dayandığına dair araştırma ve incelemeler tarafımdan yapılmıştır.
Üçüncü hikayemiz bir belgesel olup Yanparlı Hüseyin Efendi 'nin hayatı ve çocukları hakkındadır. Yanparlı Hüseyin Efendi' nin çocukluğu ve gençliği hakkında bilgi toplamak çok zor oldu. Çünkü gelenek olarak ne bizim babalarımızın ne de onların babalarının çocuklarıyla oturup konuşması, sohbet etmesi söz konusu değildi. Bu eseri yazabilmek için onlarca yaşlı akraba ile görüştüm. Çukurova'daki Kuvayi Milliye mücadelesi hakkında yazılmış hemen hemen bütün eserleri taradım. Savaşa katılmış kahramanlar savaş anılarını anlatmaktan pek hoşlanmadıkları için bu bilgilere de ulaşmak hayli zor oldu. Bizim kuşaktan birisinin kahraman dedemizin hayatını, kardeşleri ve çocukları ile ilişkilerini anlatması gerektiğine, yoksa detayların kaybolup gideceğine inandığım için kendimi bu işten sorumlu hissettim. Anıların derlenmesinde yardımcı olan, Halam Nezihe Akın'a , Fevzi Özay, Fuat Yanpar, Emine Yanpar, Faik Yanpar'ın eşi Atiye geline, kitabın her safhasında danıştığım oğlum Atila'ya ve büyük bir sabırla düzeltmelerimi yapan kıymetli gelinim Gülay'a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Kitabımıza aile efradını ilgilendiren bölümleri çıkartarak koyduğumuz hikayenin tamamı www.yanparlihuseyin.blogspot.com adresindedir.
Yanpar soyunun soyağacı; www://yanpar.myheritage.com.tr adresindedir. Soyağacı çalışması ise ilk defa 1976 yılında, Fadıl Yanpar ve henüz 42 yaşında hayatının baharında iken kaybettiğimiz sevgili Hacıali oğlu Murat Yanpar (1945-1987) tarafından hazırlanmıştır.
1960 yılında siyasi husumet sonucu örfi idare tarafından köylünün haberi bile olmadan "Gökkuşağı " olarak değiştirilen köyümüzün ismi, cefakar muhtarımız İbrahim ONBAY' ın üstün gayretiyle, bütün köylünün katkılarıyla aynca kıymetli meslektaşım Mersin eski milletvekili Prof. Dr. Ömer İNAN'ın inatçı çabaları ve bendenizin hazırladığı rapor ile bin bir zorluk ve engellemeler aşılarak altı yıl süren mücadele sonucunda 2007 yılında tekrar YANPAR olarak değiştirilmiştir. Bütün emeği geçenlere şükranlarımı sunarım.
MuratYANPAR Yeminli Mali Müşavir Mersin, Kasım-2011
JUAN YANPAR
Toros Dağlarında başlayıp Bolivya Potosi’de sona eren trajik bir yaşam öyküsü
(1735-1781)
- Bölüm 1-
MİLADİ 2 Ağustos 1735, Hicri 12 Rabiulevvel 1148, salı günü gece yarısını geçe Yanpar obası yörüklerinden Sarı Halil’in karısı Meryem üçüncü çocuğunu doğururken yörük kadınlarından beklenenden biraz fazla bağırıyordu. Doğumlarda adet olduğu üzere yetişkin erkekler oba reisinin çadırında mangal etrafında toplanıp laflamaktaydılar. Ağustos ayında gündüzün kavurucu sıcağına karşın Kır’da geceleri soğuk olurdu. Genç erkekler sürüyü gece yayılımına çıkarmışlardı. Obada o anda dokuz yaşından büyük genç erkek yoktu. Küçük kızlar ve oğlanlar yorgunluktan öyle bir uyumuşlardı ki, değil doğum yapan kadının çığlıkları, top patlasa uyanacak halleri yoktu.
Halil’in beş yaşındaki ilk oğlu Haceli ile iki buçuk yaşındaki kızı Fadime nenelerinin çadırında uyuyorlardı. Genç kızlar ve kadınlar doğumun gerçekleştiği çadırın dışında kümelenmişlerdi. Çadırın bütün keçeleri indirilmişti. İçeride iki ebe kadın ve kaynana vardı. Yaşlı ebe,
- Çok iri bir bebe maşallah, Allah esirgesin, dedi yüksek sesle. Diğer orta yaşlı ebe,
- Yoksa bu kadar bağırmazdı bu gelin, Allah analı babalı büyütsün, diyerek bebeği tuzlayıp belemeye koyuldu,
Kaynana çadırın ağır keçe kapağını açıp gerine gerine göbeğini ileri çıkararak erkeklerin toplandığı sarı keçe çadıra doğru haykırdı.
- Bir oğlun daha oldu Halil. Gözün aydın kuzum! Halil’i önce kardeşi Muhsin kucakladı.
- Allah analı babalı büyütsün karındaşım. Sonra yaşlı amcası Naci kucakladı,
- Allah analı babalı büyütsün yeğenim. Allah dinine imanına obasına bağışlasın.
- Sağ olasın emmi, Allah razı olsun. Kutlamalar bu minvalde sürdü.
Güneş doğmadan obaya dönen sürünün çıngırakları uzaktan duyulmaya başladığında erkekler koca meşenin altında toplanıp sabah namazına durdular. İmamlığı her zamanki gibi Topal Cabbar Emmi yaptı.
Kadınlar bazlama, sıkma, börek, kavurma, yoğurt ve bal ile gençlerin karınlarını doyurdular. Her sabah kahvaltısında yaklaşık onar kişinin daire olup oturduğu üç dört sofra ortaklaşa hazırlanırdı. Gençler, yaşlılar, evli kadınlar çocuklar cümbür cemaat bu sofraya katılırlardı. Sofra hizmetini genç kızlar yapar, kahvaltı bitince onlar bir araya gelip yemeklerini yerlerdi. Öğlen ve akşam yemeklerini her aile kendi çadırında kendisi hazırlayıp yerdi. Bu adet ne zaman başladı kimse bilmez ve kimse de sorgulamazdı .
Kahvaltıdan sonra Halil'in anası kundaklanmış bebeyi oğlunun kucağına verdi. Halil de besmele çekip ayağa kalktı ve amcası Naci'ye doğru yürüdü.
- Babam saydım seni emmi, adını koyuver, dedi.
Naci, kafasını sağa sola sallayıp,
- İyi alıştınız ulan, adını koyuver, adını koyuver, nerden bulacam ulan bu kadar velede ben ad. Her kes kendi koysun çocuğunun adını gayri, diyerek sıvışıverdi oradan. Halil çocuk kucağında kalakaldı. Kardeşi Muhsin sırtını sıvazladı.
- Anasına git oğlum, bununkini de anası koysun, dedi.
Halil omuzları düşük vaziyette, şaşkınlıkla etrafına bakarak sallana sallana çadırına girdi. Çadırı kaplayan loğusa kadın ve anne sütü kokusunu içine çekti . Karısının yanına oturdu. Anası ve diğer kadınlar çadırdan usulca çıktılar.
- Geçmiş olsun, hayırlı olsun hanım.
- Sağ olasın herif. Sana da hayırlı olsun.
- Allah var ya hanım, kız bekliyordum.
- Kızdın mı yoksa kız olmadı diye.
- Yok, kızmam. Sevindim, Allah bilir ya.
- Niye ki.
- Kız olsa , bir gün koyar gider diye.
- Ben de sana vardım ya.
- Ondan diyorum işte. Şimdi anlıyorum, babanın ananın hallerini.
- Aylar yıllar oldu görmedim anamı, babamı, bacılarımı.
- Çok uzaklara göçürdüler obalarını, ne idek? Yerlerinde duramadılar.
- Hiç durmazlar ki, bin yıldan beri uzak uzak göçerler hep.
- Bilirim, bilirim.
-Bölüm 2-
HALİL'İN Meryem'e, Meryem 'in de Halile vurulması Lamos Çayı'nın doğduğu Aksıfat kayalıkları civarında bir otlakta, iki aşiretin sürüleri yakın otlarken, atların çiftleşmek için örklerini koparıp karışmasıyla beraber olmuştu. Ardından köpekler bir birine saldırmış, atları köpekleri ayıralım derken ağız dalaşına tutuşmuşlardı. Halil on yedi, Meryem on beş yaşındaydı. Halil'in yanında bacısı, emmisinin kızları ile obadan birkaç oğlan vardı. Meryemler de dört kız birliktelerdi. Birisi Meryem'in ablası diğerleri de kuzenleriydi. Gençler uzaktan birbirleriye ağız dalaşı yaparken atlar çiftleşmeye başladı. Kızlar arkalarını dönüp bir ardıcın altına oturdular. Yağız aygır Meryemlerin, doru kısrak Halillerindi. Atların işi yarım saat kadar sürdü. Korkudan kimse hayvanlara yaklaşmadı. Sonra atlar yan yana otlamaya başlayınca Meryem ile Halil atları almak için aynı anda yaklaştılar, atların örk ipleri dolaşmıştı ve urganları ayırırken hiç konuşmadılar ama elleri birbirine değdi. İkisi de kıpkırmızı oldular. Meryem terlediğini hissetti. Halil'in kalbi öyle hızlı atıyordu ki, içinden "herhalde böyle ölünüyor" diye geçirdi. Atları örkten kurtarıp yularlarından çekip uzaklaşırlarken, Halil usulca sordu,
- Adın ne senin?
Meryem, yere düşecek gibi oldu sendeledi. Zaten al al olan yanaklarına ilaveten bütün yüzü ve boynu kızarmıştı. Dudakları titredi. Adını diyemedi. Fısıldadı belki ama Halil duyamadı. Hızla uzaklaştı. Halil'in de yüzü sapsarı kesilmişti. Bacısı telaşla yaklaştı, atın yularını elinden aldı.
- Ne oldu kardaş? Soldun sarardın birden ?
- Bacım, şu kızın adını öğreniver kurbanın olayım?
İki ay sonra Meryem'lerin obası göçmeye kalktı. Adetleri böyleydi. Uzun göçerler, belki de bir daha buralara gelmezlerdi. Halil'lerin obası ise baharda Harfilli tarafına göçer, haziran deyince "Kır" dedikleri Torosların zirvesindeki düzlüklere çıkar, ekimde Avgadı ile Mara arasına inerler, kışları da Kızılgeçit yakınındaki köyleri Yanpar'da geçirirlerdi. Göç yolları seksen yüz kilometreyi geçmezdi. Diğer yörük obaları gibi pek aşağılara da inmezlerdi. Koyun, kıl keçisi ve develerden oluşan sürülerini Silifke ayanının asker ve yaylak vergisi karşılığında tahsis ettiği Kır ile Yanpar arasındaki yaylalarda beslerler, başka aşiretlerin de buralara girmesine pek müsaade etmezlerdi. Yarı yerleşik bir düzende yaşıyorlardı. Kızılgeçit yakınlarındaki Yanpar(1) yaylağını elli yıl kadar önce taştan ağıl ve evlere dönüştürmüşlerdi. On beş kadar ağıl bir o kadar da ev yapmışlardı. Yurt tuttukları bölge makilik, kayalıklı ve tepelikli bir bölgeydi. Hem Lamos Çayı'na çok yakın olması nedeniyle hem de kışları kar almasına rağmen ılıman bir iklime sahip olan yurtları, sıtmaya yakalanmadan yaşamalarına imkan sağlıyordu.
Yumuşak yapıdaki sükkari kayaların bir ya da iki yüzünü duvar olarak kullanıp diğer iki yüzüne taş duvar örerler, kalın ardıç ağaçlarını birer karış mesafe ile dizerek üzerini önce çeti dikeni ya da kamış ile kaplarlar, sonra da kayrak toprak dökerek dam yaparlardı. Senede üç dört sefer silindir şeklindeki lo taşı ile toprak damı sıkıştırmak gerekirdi. Her odada bir ocak bulunurdu. Etrafları meşe, sandal ve pinar ormanı olduğundan odun sıkıntısı çekmezlerdi.
Arazi zemini çok kayalıktı, fakat kaya o kadar yumuşaktı ki, ataları kayayı on metre kadar oyarak meşhur Yanpar kuyusunu kazmıştı. Kış mevsiminde sürülerini mecbur kalmadıkça bu kuyudan sulamazlar Lamos Çayına indirirlerdi. Yaz ve baharlarda ise sürülerini, on beş kilometre kadar kuzeydeki sulak çayırlardan Harfilli'ye kadar uzanan geniş düzlüklere salarlardı. Kuzeydeki sert yamaçlardan akan onlarca irili ufaklı kar suları ve obruk kaynaklı pınarlar ile beslenen düzlükte ot hiç eksik olmaz burada kekik otlayan kuzu ve oğlakların etine de doyum olmazdı. Anaç davar ve koyunun sütü de çok bereketli olurdu. Her yıl baharda Harfilli yaylasına doğru göçülürken Yağdalılarla ekilmiş arazilere sürülerin verdiği zarardan dolayı küçük sorunlar yaşarlarsa da çok önemli olaylar meydana gelmezdi. Her yıl gelirlerken ve giderlerken beş on çebiçi Yağdalılara hediye etmek zorunda kalırlardı. Kır, gökyüzüne en yakın yerdi onlar için.
(1) Erdemli'ye 45 km mesafedeki bu günkü Albeyli Köyü'ün 2 km. güneyindeki Yanpar harabeleri, mezarlık ve kuyu hala ayaktadır.
Torosların zirvesinde bulunan bu mucizevi plato bütün civar yörüklerin yayladığı, herkese yer olan geniş ve bereketli düzlüklerdi. Güneyde Efrenk(2) Sorgun hattından başlayan, Kuzeyde Ereğli, Ayrancı, Karaman hattında devam eden, birden bire Karaman ovasına hakim keskin ama kısa yamaçlarla sona eren Kır yaylası düzlükleri, sıcak yaz aylarının sıkıntılarını hissettirmez, arılar kovanları kır balı ile doldurur, diğer hayvanlar rahat gelişirdi.
İşte bu Kır düzlüğünün uzak bir köşesinde geçici olarak yaylayan Meryem'in aşiretinde göç kararı alınınca, Halil'in amcası, Meryem'i babasından Allah'ın emriyle istemişti. Büyük hadise oldu bu kız isteme işi. Aşiretin yolda kız verme adeti yoktu. Kendi aralarında kız alır verirlerdi. Uzun göçen bütün aşiretler gibi evlatlarını bir daha belki gelemeyecekleri topraklara bırakmazlardı. Ama Meryem de Halil'i isteyince, adamcağız dört kızından birini çaresiz ağıtlar içinde Yanparlılara gelin vermişti.
2 (Arslanköy Beldesi)
-Bölüm 3-
MERYEM bebeyi kucağına alıp memesine dayarken anasını, babasını, kardeşlerini akraba ve akranlarını iç çekerek andı ve gözlerinden yaşlar usul usul süzüldü.
Halil elini karısının dizine koydu,
- Adını sen koyacakmışsın, Muhsin öyle dedi.
- Sağ olsun emmisi.
- Hadi deyiver bakalım.
- Dur sıkboğaz etme, nerden bulacam hemen. Yarına koruz.
- Olmaz! Şimdi koyuverecen ki Naci emmim ezanını okusun kulağına. Adet böyle. Doğan bebenin adı hemen konur.
- Olur, deyiverecem. Bizim obada Can Muhammed diye bir koca var idi. Çok gezer çok bilirdi. Bir görünür bir kaybolurdu, aylar sonra gelirdi. Etrafına toplanırdık. Deryaları, sefineleri, aslanları, filleri, şehirleri, gavurları, harpleri, hicazı anlatırdı. Gezip gördüklerini deyiverirdi uzun uzun. Biz de ağzı açık ayran delisi gibi dinler, sonra derin derin rüyalara dalardık. Öldüyse Allah rahmet eylesin. Hep onun adını vermek isterdim bir oğluma.
- Verelim hanım. Can mı? Muhammed mi? diye sevinerek sokuldu karısının yanına Halil.
- Muhammed Can olsun.
- Olsun lan hanım, Muhammed Can olsun
Az sonra Meryem dışarıdan yanık bir sesin okuduğu ezanı dinlerken tekrar usul usul ama bu defa mutluluktan ağlamaya başladı.
-Bölüm 4-
MUHAMMED CAN on yedisine bastığı güne kadar kardaşlığı sayılan Hasan ile Silifke'ye ancak birkaç bayramda inmişlerdi. Daha sıkça gördükleri en büyük köy Yağda, kuzeyde bir saatlik yürüme mesafesinde idi. Batı tarafta iki buçuk saatlik mesafedeki bir Ermeni kasabası olan Mara'ya kuzu ve tulum peyniri satmak için senede en fazla üç dört sefer giderlerdi. Kiriş, bağırsak, yün ve deri gibi ürünlerini ise büyükler senede iki sefer Silifke pazarında satarlar, buradan da ihtiyaçlarını satın alırlardı.
Hasan, Muhammed Can ile aynı yaşta idi. On dört yaşındayken Sorgun'un doğusundaki bir tahtacı köyünden kaçıp Yanparlı Halil'in yanına sığırtmaç olarak yanaşmıştı. Anlattığına göre Hasan'ın babası savaştan dönmemiş, fakir kimsesiz anası da erkenden ölünce emmisinin yanında birkaç sene
kalmıştı. Bir göz evleri de bakımsızlıktan yıkılmıştı ve emmisinden başka da akrabası yoktu. Emmisinin çocukları ve yengesi ile geçinemeyince, bunu evden atıp hayvanlarla ağılda yatırmaya başlamışlar, her fırsatta iteleyip kakalamışlar, dövmüşlerdi. Hasan da birkaç sene dayanıp, aklı ermeye başlayınca kimseye haber vermeden köyü terk etmişti. Hikayesini ağlayarak anlattığında Meryem ile Halil çocuğa ısınmışlardı. Yanlarında kalabileceğini söylediler. Arkasını arayan soran olmadı. O gün bu gündür karın tokluğuna Halil'in çocukları ile birlikte yatıp kalkıyor çobanlık ediyordu. Zaman geçtikçe Muhammet Can ile Hasan'ın arkadaşlıkları çok ilerledi, can yoldaşı oldular. Gece yayılımlarında böcü dedikleri kurt sürülerine karşı beraberce cesaretle mücadele ettiler. Beraber avlandılar, beraber yay yapıp, kiriş gerdiler. Muhammet Can ok atmada genç yaşına rağmen çok ustaydı. Babası gençliğinde hem pehlivanlık etmiş, hem de ok atmada bayramlarda birincilikler kazanmıştı. Pehlivanlığı, ok atmayı, yay yapmayı, okların ucuna temren çakmayı, ardına yellek takmayı, yatağan kullanmayı, kapan kurmayı, oturup kalkmayı, edepli davranmayı, çat pat okuma yazmayı, rakamları ve basit hesaplar yapmayı velhasıl bildiği ne varsa hem oğullarına hem de aşiretin gençlerine aktarmıştı.
Obada ateşli silah olarak sadece Halil ve Topal Cabbar'da birer çift piştov vardı. Her ikisi de 1716 yılında Temeşvar'da tüfekçi ve okçu olarak savaşmışlar, 1717 yılında ordu Belgrad'da yenilip ricat ederken cesurca davrandıkları için silahlar da savaş sonunda tezkereyle birlikte kendilerine zimmetlenmişti. Obada avlanmayı sadece okla ve kapan kurarak yapıyorlardı. Her hanede kılıç, ok, yay ve çeşitli başlıklar taşıyan mızraklar bulunurdu.
Türkmen yörükleri ok atmada çok maharetli idiler. Halil'in ataları civarda yay ve ok yapmadaki ustalıkları ile tanınmışlardı. Her bir yay adam boyuna yakın kesilir, bazen tek parça bazen üç parça ağaçtan yapılırdı. Yeniçerilerin kullandığı Tatar yayının tersine bu civarın yörükleri imal ettikleri uzun yay ile şöhret kazanmışlar, katıldıkları seferlerde bu tip yaylarla okçuluk yapmışlardı. Babalar bu mahareti çocuklarına aktardılar. Halil iyi yay çıkacak ardıç ağacını bir bakışta bilirdi. Ceviz ağacından da iyi yay yaparlardı da kıyamazlardı ceviz ağacına.
"Ardıç varken cevizi yoymayın, meyvesi daha hayırlıdır", diye atalarının nasihatlerini kuşaktan kuşağa aktardılar. Seçtikleri ardıç ağacını özenle keserler, liflerine zarar vermeden boylu boyunca yarar ve yay yapılacak uzunlukta parçalara ayırıp, uçlarını çatlamasını önlemek için balmumu ile mühürleyerek en az iki sene gölgede kuruturlardı. Kuruyan parçalar maharetli ellerinde tahra ile yontularak yay şeklini alırdı. Yaya gerilecek kirişi kadınlar yapardı. En az iki yaşını geçmiş davarın ince bağırsağı ya da ölmüş atların ayak sinirleri, günlerce kıvrılıp gerilerek güneşte kurutulur ve bal mumu ile yumuşatılarak çok sağlam kirişler elde edilirdi. Bu kirişler aynı zamanda döşek ve yorganların içlerine konulan yünlerin ve kılların atılıp kabartılması için kullanılan hallaç teğelerine de gerilirdi. Oklar düz dal veren her ağaçtan yapılır, uçlarına demirden temren, ardlarına kuş tüylerinden yellek takılır, kirişe geçmesi için arka ucuna geç açılırdı. Bu işlerin hepsinin binlerce yıldan süzülüp aktarılan bir hesabı kitabı vardı. Rastgele yapılan bir yaydan çıkan ok hedefine varmaz ya da çok ilgisiz bir yere düşerse bunu atan da yapan da komik duruma düşer, obada alay konusu olurdu. Türkmenler Osmanlı askerlerinin aksine oklarını baş parmaklarıyla çekip bırakırlardı. Baş parmağa çekişi kolaylaştıran ve atış hassasiyetini artıran "zehkir" denilen özel bir yüzük takılırdı. Zehkir ile çekilen okun başlangıç hızı yüksek olur ve hızlı giderdi. Bu aynı zamanda okçunun yayını ok ile hızlı beslemesini sağlardı. Eğitimli bir okçu okunu iki saniyede bir
gezleyip atabilirdi. Okun konulduğu torbaya tirkeş denirdi. Türkmenler bunu avda ve savaşta sırtlarında taşırlardı. Zehkir takılı başparmak ile ok atan kol kendiliğinden sağ omuzun üzerinden geriye doğru atılır ve hemen tirkeşten yeni ok alıp kirişe gezleyerek iki saniyede tekrar hedefe fırlatılırdı. Muhammet Can babasından öğrendiği bütün okçuluk ve kılıç numaralarını Hasan'a aktarmaktaydı. Hasan'ın köyünde çok fazla silah pusat olmadığından bu konularda bilgisi ve görgüsü çok azdı. Burada her gece sürüye böcü canavarı saldırısı olabileceğinden daima tirkeşleri sırtlarına bağlı, yayları omuzlarına çapraz asılı ve şalvarın beline sokulu kılıf içinde kısa yatağanları ile dolaşırlardı.
-Bölüm 5-
HACELİ akrabadan bir kızla evlenmiş, ona evin yakınına iki odalı bir ev yapıvermişlerdi. Fadime ise Sorgun tarafında bir aşirete gelin gitmişti. Birbirinden hiç ayrılmayan can ciğer kuzu sarması kardaşlıklardan Muhammed Can'ın sarı saçları, beyaz teni ve orta boylu adaleli vücudu ve yeni terleyen bıyıklarına karşılık, esmer uzun boylu ve geniş omuzlu Hasan'ın kıvırcık siyah saçları ve uzaktan seçilen koyu siyah sakalları bir tezat oluştururdu.
Yayılımda, dağda, bayırda, gezmede, güreşte çok samimi olan bu gençlerden Hasan, aşiret içinde haddini bilir daima Muhammed Can'ın gerisinde dururdu. Kır'da Kurtboğazı civarında yazlarken, Hasan aralarına katıldığında, akşam karanlığı çökmeden bütün aşiret toplanmış ve gayriihtiyari Hasan'ı aralarına alan bir çember oluşturmuşlar, sorguya çekmişlerdi adeta. Hasan onlara geldiği köyün bir tahtacı köyü olduğunu, emmisinin ve karısı ile çocuklarının kendine yaptıkları zulmü, kısaca bütün hayatını anlatmıştı. Aşiretin büyükleri epeyce bir sorgulamışlardı çocuğu. Kızılbaşlık, tahtacılık, sünnilik hakkında fazla bilgisi olmadan cevaplar vermesi aşirete sempatik gelmişti. Hemen hemen herkesin kanı kaynamıştı. Hiç itiraz eden olmadı aralarına katılmasına. Aşirete yabancı birinin katılması çok sık rastlanan bir olay değildi. Çünkü kadın, kız, çoluk çocuk sere serpe rahatça yaşarlar, kaç göç yapmazlardı. Hırsızlık, riya ve yalan bilmezlerdi zaten. En büyük olay son yıllarda artan eşkıya baskını idi. Bu baskınlarda onlar da daima hazırlıklı olduklarından kendilerini savunur, ciddi bir mal ve can kaybı yaşanmazdı. Bir de her yıl düzenli olarak gelen vergi mübaşirleri vardı.
En korktukları şey bu mübaşirler ve yanlarında muhafız olarak gelen saruca sekbanlardı. Yörüklerden vergi toplayan mübaşirler her yıl mart, nisan aylarında hayvanları sayar ve vergi salarlardı.
Mara'da yaşayan Ermeniler ise her nüfus için Cizye denilen bir baş vergisi verirlerdi. "Papazlardan Öşür ve Ağnam resmi alınmaz", diye ferman olduğundan, Ermenilerin sürüsünün büyük bir kısmı kiliseye aitmiş gibi saydırılır, böylece vergiden kurtulurlardı. Her evde sayılan on beş yirmi davar, koyun da sürü niteliği taşımadığından Ermeni halkı pratikte hayvan vergisi ve öşürden kurtulurdu. Üstüne üstlük gavur sayıldıkları için askere de gitmezlerdi.
Muhassılı (3) temsilen vergi tahsilatını yapan mübaşirler senelik geliri tespit ederlerken, her haneyi hane halkından yetişkin erkeklerin isimleri ile birlikte deftere yazardı. Bazen bu tespit işlemine kadıyı temsil eden memur da katılırdı.
Bu işlemi yaparken her köyün imamı mübaşirlere yardım etmekle mükellefti. İmam vergi toplama zamanı geldiğinde gerekli sayım hazırlıkları yapmak ve
(3) Devlet adına vergi toplayan kişi
katibe doğru bilgileri vermek zorunda idi. Katipler bu bilgilere göre tahakkuk ettirdiği vergiyi köylülerin yüzüne okur, onların haklı itirazları var ise dikkate alarak düzeltirdi.
Silifke ayanı tarafından bir kısmı valiye bir kısmı da kendine kalmak üzere toplanan ağnam resmi, otlak resmi, yaylak resmi, kışlak resmi, ağıl resmi adı altındaki vergiler orta halli bir sürü sahibi için hayli yekun tutardı. Ayrıca ayan, "bid'at" diye keyfi bir masraf iştiraki çıkarırdı ki kimse itiraz edemezdi. Kuzulu koyun, kuzusu ile birlikte sayılır, altı aylıktan büyük kuzular koyun gibi hesaplanırdı. Kuzu üç aylık, yok altı aylık, yok dört aylık diye münakaşalar çıkar, sonunda sarucaların sille tokat köylüye girişmesiyle mübaşirlerin dediği olurdu. Bu vergilerin toplamı çok ağırdı ve parayı denkleştiremeyen borcunu hayvan olarak verirdi. Ağnam Resmi ile yetinmeyen ayan senede birkaç defa da imdad-ı seferiye, imdad-ı hazeriye, tekalif-i şakka gibi vergiler için salma salardı. Ayanlar, dağlarda dolaşan yörüklerden yaylak, otlak kışlak gibi vergilerini almak işlerine geldiği için valiyi, kadıyı etkileri altına alarak dağlık bölgelerdeki düz otlaklara arpa, buğday ekilmesini engellemişler, köylü ve konar göçerlerin hayvanlarının otlamasına imkan sağlayan meralar oluşturmuşlardı. Eğer Mara ile Harfilli arasındaki yer yer dağlarla bölünmüş bu genişçe sulak otlaklar arpa buğday ekimi için tahsis edilseydi köylüler bu kadar koyun ve keçiyi sadece kayalıklarda besleyemezlerdi.
Mübaşirler de bunu her fırsatta sürü sahiplerine hatırlatır, rızklarının ayana bağlı olduğunu, ona şükretmeleri gerektiğini, bu nedenle vergiye itiraz etmeden ödemelerini söylerlerdi. Tahsilat zamanı gelince köylüler paraları varsa verirler, yoksa mübaşirler nakit vergi yerine el koydukları hayvanları önlerine katar Silifke'ye kadar sürerlerdi. Bunlar satılmak üzere ayanın ahırlarında beslenirdi.
-Bölüm 6-
1753 yılı Nisan ayının ortasıydı. Vakit öğleye yaklaştığında Topal Cabbar, mezarlığın kuzeyindeki cami niyetine de kullandıkları etrafı alçak bir duvarla çevrili ulu meşenin altında Hasan ile Muhahmmed Can’a kaval dersi veriyordu. Gençler kavalın nasıl yapıldığını öğrenmişler basit nağmeleri olan türküleri de çalar hale gelmişlerdi.
Ulu meşenin bulunduğu tepeden, güneyden obaya gelen yolu açık havalarda çok uzaklardan görmek mümkündü. O gün de pırıl pırıl bir Toros günüydü. Gökyüzünde bir tek bulut yoktu. Rüzgar güney batıdan belli belirsiz esiyor, aşağılardan çeşit çeşit çiçeklerin kokusunu taşıyordu. Gençler sabaha karşı sürüyü ahırlara sokmuşlar, sabah yemeğinden sonra biraz uyumuşlardı. Kuşluk vaktinden epeyi sonra Topal Cabbar ikisini de kaval nağmeleriyle uyandırmıştı. Hasan ile Muhammet Can sevinçle kavallarını alıp beraberce ulu meşenin altına geçmişler, oynak Türkmen havaları çalmasını talim ediyorlardı.
O sırada iki genç kız ağacın biraz ilerisindeki patikadan ellerinde boş cerelerle kuyuya su doldurmak için geçerlerken gençlere bakıp kıkırdaştılar. Topal Cabbar kızlara bıyık altından gülerek yalancıktan çıkıştı.
- Çocukların aklını çelmeyin edepsizler. Hadi gözüm görmesin. Muhammed Can,
- Aman emmi kovalama kızları, diye koluna yapıştı Cabbar’ın.
- Ulan kaval mı belleyecen kızlarla mı oynaşacan, hadi oradan, devam et üflemeye, diye gülerek çıkıştı.
Kızlar elbette tesadüfen geçmiyorlardı oradan, Hasan ile Muhammed Can’ın kaval sesini duyunca, aslında içinde su olan cereleri kasıtlı olarak boşaltmışlar ve birbirlerini su doldurmaya gitmek için yoldaş olsun diye çağırmışlardı.
Kızlar hiç yoktan gülüşerek sarı beliklerini savura savura meşenin yanından geçerken gençler, oturdukları kütüklerin üzerinde yönlerini kızlardan yana dönüp iç geçirdiler.
Kızlardan birisi uzak akrabadan Nazlı idi. Kızın talibi çoktu ama gözü Muhammed Can'daydı. Kız iki yaş kadar küçükse de beraber büyümüşlerdi. Fakat her ikisi de ergenliğe ulaşınca çocukluktaki gibi bir araya gelemez olmuşlardı. Birkaç sefer çayın kenarında gizliden buluşmuşlar ama heyecandan ellerini ellerine değdirememişlerdi. Sadece birkaç laf etmişlerdi. Buluşmak için Hasan ile Hürü aracı oluyordu. Nazlı'nın anası Bolkar tarafından bir yörük obasından gelin gelmişti ve geldiği günden beri Meryem ile geçinememişti. Birkaç sefer bağıra çağıra çekişmişler, birbirlerine ağza alınmayacak laflar etmişler, bütün obaya rezil olmuşlardı. Kızın anası, Nazlı'nın Muhammed Can'a olan ilgisini anlamış ve kesinlikle böyle bir şeye izin vermeyeceğini kızının saçlarını yolarak haykırmıştı.
- Boyu devrilsin soykanın. Irak illerde çürür inşallah, diye ağzını doldura doldura Muhamet Can hakkında söylemekteydi.
- İntizar etme ana, günahtır, yüreğim dağlanıyor, diye anasına yalvarmıştı, Nazlı.
- Yüreğinde çıksın emi. Babana söylerim, kemiklerini kırar senin,
diye tehdit edince, gençler de daha seyrek ve daha gizlice buluşmaya başlamışlardı. Aşıkların haberlerini götürüp getiren Hürü de Muhammed Can'ın hısımlarından biri idi ve Hasan'a vurgundu besbelli. Hasan'a uzaktan göz süzüyor, onu görünce beliklerini oynuyor, saçını başını düzeltiyor, yüzü kıpkırmızı oluyordu. Hasan da ona vurgundu, ama Muhammed Can'a bile belli etmemişti. Kimse bilsin istemiyordu fakat kızla bir kere olsun tenhada konuşmak için can atıyordu ama bunun obadaki hayatını tehlikeye atacağını
düşünüyor ve kimseye sezdirmemeye çalışıyordu. Eğer herhangi birisine mesela en yakını Muhammed Can'a bile açsa derdini, kendisini obadan kovacaklarını düşünüyor, Hürü'yü bir daha görememe ihtimali aklını başından alıyordu.
Hasan Hürü'lerin davarını ağıldan çıkarıp geri koyarken Muhammed Can'ın bir iki kelimden ibaret mesajını Hürü'ye iletiyordu. Bir gün Hürü, Nazlı'nın gönderdiği sarı bir mendili Hasan'a verirken Hasan kızın elini tutuvermiş ellerini avuçlarının içinde sıkıvermişti. Hiç konuşma geçmemişti aralarında ama Hürü de ellerini çekmemiş yanakları kızararak gülümsemişti. Hasan'ın kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpmaktaydı, Hürü de heyecandan düşmemek için kendini zor tutmuştu. O günden beri Hasan kaval ile daha yanık havalar üflemeyi arzu ediyor, Cabbar da kafasını sallayarak "hey gidi gençlik hey" diye söyleniyordu. Muhammed Can, Hasan'ın da aşık olabileceği ihtimalini hiç aklına getirmemekte, yanık havaları sıla hasretinden ya da yetimlik efkarından çalmak istediğini sanmaktaydı.
Muhammet Can, Nazlı ile buluşacağı zamanı iple çekiyor, buluştuklarında ne söyleyeceğini, nasıl sarılacağını, nasıl öpeceğini aklından geçiriyordu. "Yüreğime ateş düşürdün, hiç aklımdan çıkmıyorsun" diyecek ve kıza sarılacaktı. O gün ikindine doğru buluşacaklardı.
Topal Cabbar kavalın ucunu soluna doğru iyice çevirip yanık bir havaya başlamıştı ki kızlar ellerindeki cereleri yere koyup,
- Atlılar geliyor, diye haykırmaya başladılar.
Hepsi ayağa kalkıp kızlara doğru yürüdüklerinde aşağı yoldan bir gurup atlının toz kaldırarak obaya yaklaştıklarını gördüler.
Topal Cabbar;
- Mübaşir bunlar, erken geldiler bu sene, dedi
-Bölüm 7-
HOŞ BEŞ edilip gelenlerin karnı bir güzel doyuruldu. Silifke'den iki gün önce yola çıkmışlardı. Üstleri başları toz toprak içindeydi. İki saruca, bir mübaşir ve katip toplam dört kişiydiler. Yolda vergi tahakkuk ettirdikleri dördüncü köydü Yanpar. Ellerindeki vazifelendirme evrakına göre vergilerini tespit edip tebliğ edecekleri altı köy daha vardı. Yemek esnasında, Halil'e ve köyün imamı olarak kayıtlı olan Topal Cabbar'a sormaya başlamışlardı. Geçen yıldan bu yana kimin kaç davarı doğurdu, kaç kuzusu var, kimin kaç devesi var, kim oğlunu everdi, kaç ev yapıldı, ince ince sordular. Sonra iri kıyım pos bıyıklı mübaşir sofradan biraz geri çekilerek arkasındaki duvara yaslandı. Yemeğe oturmadan önce çıkarmış olduğu sarığı, başına geçirdi ve uzunca bir şükür duası okudu.
Yanındaki memura dönüp,
- Çıkar bakalım şu defteri yazalım, dedi.
Halil'in dışarıya verdiği işaretle diğer köylüler de haymanın altına doluştular. Herkesin malı mülkü ne varsa yazıldı. Mübaşirin köylülere soracakları bittikten sonra bir saat kadar hesap kitap yaptı, yazdı çizdi, yardımcısı ile fısıldaştı. Köylüler hiç ses çıkarmadan ikisini izlediler. Tek tek okumaya başladı,
- Hüseyin oğlu Halil, yüz seksen akçe!
- Mustan oğlu Abdülcebbar yüz yetmiş beş akçe!
- Süleyman oğlu Abdülbaki yüz yetmiş akçe, diyerek devam etti ve bütün hanelerin vergi borcunu tebliğ etti. Okuma işi bitince ayağa kalktı, kısa kılıcını belindeki kuşağa çaprazlamasına yerleştirdi.
- Bu sene çil akçe vereceksiniz, mal almıyoruz, dedi,
- Nasıl yani, diyerek çıkıştı Topal Cabbar.
- Eski köye yeni adet olur mu? Nerden bulacağız parayı?
Adam hiç oralı olmadı,
- Ben anlamam, ferman böyle, bir ay mühletiniz var. Her kes akçeleri bir ay içinde hazır etsin, gelip alacağım. Vermeyeni köyün ortasında falakaya yatırıp eşek sudan gelene kadar döveceğim. Daha da vermezse zincire vurup Silifke'ye götüreceğim, derdini kadıya anlatır artık.
- Kadı anlar halimizden zaar, dedi köylünün biri.
- Anlar, anlar, topunuzu doğru küreğe bağlar, Kıbrıs'ta gemiler forsa bekliyor. Küreğe bağlayacak adam arıyorlar, diyerek atına doğru yöneldi.
Topal Cabbar'ın pervasızca mübaşire söylenmesi birkaç kişiyi de cesaretlendirdi, homurdanmaya ve el kol hareketi yapmaya başladılar. Her sene belli sayıda bir hayvanı vererek bu vergi zulmünü savuşturmaya kendilerini alıştırmışlardı. Fakat bu sene işler değişmiş, hayvan kabul edilmez olmuş, akçe talep edilir olmuştu. Moraller çok bozulmuştu. Çünkü Topal Cabbar gibi toplam yüz elli koyun ve davarı olan orta halli bir yörük için bir ay içinde yüz yetmiş beş akçe nakit vergi hazırlamak büyük bir zulümdü. En az kırk koyunu Silifke Pazarına indirecekti ki bu iki günlük yol demekti. Kuzunun bol olduğu bu mevsimde peşin paraya müşteri bulursa iki yüz akçeye satacak satamaz ise yüz yetmiş yüz seksen akçeye verecek, yok ona da alıcı bulamaz ise hepsini ayanın ahırına götürüp belki de yüz akçeye verecek, sonra da geri gelip köyden Silifke'ye biraz daha koyun ya da keçi indirecekti. Bütün bunlar hızla kafasından geçerken öfkelenip, ayana da valiye de kadıya da Padişah'a da sunturlu bir küfür savurdu. Toplu halde oturdukları haymanın altından çıkıp meydanda birikmişlerdi.
Cabbar ,
- Böyle hak böyle adalet nerde görülmüş, diye bağırmaya başladı. Elinde neredeyse boyundan büyük ucu teberli bir mızrak taşıyan saruca sekban birden bire Cabbar'ın karnına mızrağın tersi ile vurdu, Cabbar yere yıkılırken bir daha sinkaflı küfür etmeye başladı. Araya girdiler, birisi yerde toza bulanmış vaziyette ayağa kalkmaya çalışan Cabbar'ın ağzını kapattı. Diğerleri de askerin koluna girerek,
- Aman paşam sinirlenme cahildir, delidir, uyma sen ona, kusura kalma, diyerek uzaklaştırdılar. Diğer asker de hemen geriye hamle yapıp mızrağını sol eline geçirerek, sağ eliyle belindeki piştovu çekip kalabalığa doğrultu. Posbıyıklı, babacan bir tavırla,
- Tamam Salim, yeter, dedi,
Sonra sesini kalınlaştırıp yükselterek ve parmağını yerde yatan Cabbar ile yanındakilere doğru sallayarak,
- Padişaha, ayana küfrün cezasını bilmeyen varsa, deyivereyim size, ölümdür, dedi. Biraz önce isyan eden köylüler seslerini kesmişler arka tarafa çekilmişlerdi. Bir kaç kişi ileri çıkarak,
- Aman ağam, etmeyin, kıymayın, diye feryat figan ellerine sarıldılar. Pos bıyıklının da canı hadise istemiyordu zaten. Yapacak bir sürü işi vardı. Şimdi bir de adamın birini zincire vurup geriye Silifke'ye dönmek, oradan tekrar geri gelmek, daha sonra mahkemeyle kadıyla uğraşmak istemiyordu. Biraz gerinip iyice yukarıdan bakarak,
Bu sefer canını bağışladım, bir dahaki sefere af yok, ona göre ayağınızı denk alın, bütün köyü yakarım. Herkesi zindanlarda çürütürüm, gençlerinizi küreğe bağlatırım. Karılarınız burada tek başlarına kalır, diyerek tehdit savurdu. Karıların lafa karıştırılmasına köylüler biraz sinirlendiler ama Cabbar'ın hayatı söz konusu olduğundan ses çıkarmadılar. Adamlar atlarına binip Yağda'ya doğru gözden kayboldular. Akşam oluyordu, karanlık basarken hala davarı sağmaya başlamamışlardı. Erkekler ayrı köşelerde, kadınlar da çitlerin kenarında kümelenip hararetle olayı konuşuyorlar,
vergileri nasıl ödeyeceklerini tartışıyorlardı. Mübaşir ve adamları gittikten sonra köyde tartışmalar sürerken Muhammet Can ile Nazlı sözleştikleri gibi üç kayanın ortasında üstü açık iki insanın zor sığacağı kartal yuvası gibi korunaklı bir yerde buluştular (4) .
Hem vakitleri dardı, hem de korkuyorlardı. Hiç konuşmadan sarıldılar birbirlerine. Bu buluşmalar hemen hemen iki üç günde bir oluyordu.
[4]Buluştukları yerde Albeyli Köylülerinin "Yanpar Bayamı " diye adlandırdığı kendiliğinden yetişmiş ulu bir badem
ağacı vardır.
-Bölüm 8-
ARADAN on gün geçmişti ki bir mübaşir ile iki saruca sekban atlı olarak köye girdiler. Halil'i çağırıp eline bir kağıt tutuşturdular. Köyde hane reisleri hemen atlıların etrafını sarıp buyur ettiler,
- Yemek hazırlayalım ağalar, hoş geldiniz, buyurun, dediler. Fakat adamlar atlarından bile inmediler.
- Çok acelemiz var, kağıdı okuyun , diyeceğiniz varsa deyin ve kağıdı geri verin. Biz hemen diğer köylere de gideceğiz, dediler .
Halil mübaşirin uzattığı kağıdı içinden bir kere okuduktan sonra geri verdi.
- Sen deyiver ağam, ben pek anlamadım fermanı.
Mübaşir atın üstünde iyice dikleşerek ezberlediği fermanı bağırarak açıkladı.
- Eyaletin valisi değiştiğinden, on gün önce tebliğ edilen vergilerin yarısı kadar tekalif-i şakka vergisi, dörtte biri kadar da padişah efendimizin hazinesine ek vergi vermeleri gerektiği, mübaşirin vergi toplamaya önceden tayin edilen günde geleceği ferman olunur.
- Bir diyeceğiniz var mı ? diye sertçe sordu mübaşir.
Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Adamlar ,
- Yirmi güne kadar buradayız, haberimiz yoktu demeyin, diyerek
atlarını kuzeye doğru topuklayıp köyden ayrıldılar.
Yirmi gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Köylünün neredeyse yarısına yakını vergiyi denkleştirememişti. Denkleştiren de neredeyse sürünün yarısını satmıştı. Yaylaya göç zamanı da gelmişti. Sıcak otları kavurmuş, köylünün büyük bir kısmı sürülerini Kır'a çıkmadan önceki durakları olan Harfilli ve Avgadı civarındaki otlaklara kondurmuştu.
Sürüler otlaklara salınmış, kıl çadırlar kurulmuş, yetişkinler mübaşiri karşılamak üzere geri köye dönmüşlerdi. Aşağı köylerden vergi tahsilatına başlandığı söylentileri geldi. Haberler iyi değildi, moraller bozuldu. Adamlar bir ay önce tehditler savururken söylediklerinin hepsini yapıyorlardı. Nakit akçe vermeyeni karısının, kızının önünde falakaya yatırıyorlar, dayağa rağmen parayı ödemeyeni zincire vurup sarucalarla Silifke'ye gönderiyorlardı.
Vergiyi denkleştiremeyen obanın yarısı zaten kaçışa hazırdı. Bunlar kötü haber iki günlük yoldan gelince, çoluk çocuğu toplayıp Sorgun tarafına kaçtılar. On gün önce Kır'a çıkardıkları deve ve davarı geceleri kimseye görünmeden kuru derelerden geçerek Efrenk istikametine sürmüşlerdi. Amaçları Bolkar Dağlarına ve Çocak Dereye ulaşıp sık ormanlarda ve kuytu vadilerde izlerini kaybettirmekti.
Köyde kalanlar vergilerini hazırlayanlardı. Halil aşiretin reisi sıfatıyla, Topal Cabbar da imam sıfatıyla zaten mübaşir ve adamlarını beklemek zorundaydılar. Muhammed Can, Hasan, Nazlı ve babası da köyde bekliyorlardı. Nazlı'nın anası diğer çocukları ile sürünün başında yaylada kalmıştı. Bir ay önce köye gelip sayım yapmış olan pos bıyıklı mübaşir at üstünde en önde ilerliyor, onu katıra binmiş başka bir memur ve iki mızraklı yaya sekban izliyordu. Köye girdiklerinde öğle üzeri olmuştu. Her birinin belindeki kuşakta bir piştov, bir kama ve kısa kılıç sokuluydu. Taşıdıkları
silahlar uzun yolda sekbanlara yük olmuş, iyice yormuştu besbelli, sıcaktan buram buram terlemişlerdi ve toz içindeydiler. Öbek öbek kayalıkların içinde inşa edilmiş olan köyün küçücük meydanlığında Halil, Cabbar ve diğer erkekler toplanmışlardı.
- Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diye ileri çıktı Halil.
Pos bıyıklı atından inmedi, bağırıp çağırmaya, sövmeye başladı. Belli ki köye girmeden önce köylünün yarısının kaçtığını duymuş, küplere binmişti. Küfürler ederek atını hızla kalabalığa sürdü. Önce, yaşlı bir köylüyü tekme ile yere yıktı sonra bastonuna dayanarak araya girmeye çalışan Topal Cabbar'ı kırbaçlamaya başladı. Cabbar bir yandan sövüyor bir yandan da kırbaçtan korunmaya çalışıyordu. Halil, pos bıyıklının elindeki kırbacı tutup asılınca adam yere düştü. Halil adamı düşürünce, hiç böyle bir direniş beklemeyen askerler kısa bir şaşkınlık geçirdiler. Bir sekban hemen fırlayıp teberinin sivri ucunu Halil'in karnına dayadı. Diğeri mızrağın tersiyle Halil'in göğsüne vurdu. Halil geriye doğru düştü.
- Biz ikimiz de gaziyiz, Temaşver'da, Belgrad'da canımızı koyduk ortaya Padişah için, bu zulüm nedir, diye haykırdı.
-Herkes gazi ulan memlekette, harbe girmeyen mi var? Biz armut mu topluyorduk sen savaştayken? Bitti gazilik mazilik. Vergi vermeyen canını verecek, anladın mı? Bedava mı savaştınız nankörler, bu otlakları niye verdiler size sanıyorsunuz hainler?
Sinirden ağzından köpükler saçıyordu.
- Sen bu köyden mesul değil misin bre hain, nasıl kaçırırsın köylüyü? diye bağırarak küfürler etmeye başladı.
- Ben kaçan köylüyü nasıl durdururum? Benim gücüm buna yeter mi? diye çaresiz cevap verdi Halil.
Kırbaç darbesinden Topal Cabbar'ın kaşı açılmıştı. Dudağına sızan kanı elinin tersiyle silerek haykırdı.
- Müslüman müslümana bunu yapar mı? Dine kitaba sığmaz bunlar. Mara'da kafirden vergi almıyorsunuz. Müslümandan malının yarısını alıyorsunuz, veremeyen de kaçıyor. Vergiyi verecek olanlar buradalar. Sen yine zulüm ediyorsun. Yakışır mı mübaşir efendi.
- Bilmeden konuşma bre cahil, Mara'daki kafir de cizye veriyor.
Toza bulanmış vaziyette doğrulan Halil, yere düşen Türkmen başlığını kafasına yerleştirirken, sinirli bir şekilde haykırdı.
- Cizye için sürüsünün yarısını satmıyor amma, dedi.
Karşısında cevap verilmesine alışkın olmayan pos bıyıklı iyice sinirlenerek, askerlere döndü. Halil ve Cabbar'ı işaret ederek,
- Yıkın falakaya bu iki kafiri.
İki sekban katırın terkisindeki falaka değneklerini almaya davrandılar. Birden bire Cabbar, uzun cepkeninin altından şalvarının arkasına soktuğu piştovunu çekti.
- Bizi falakaya yatıracak adam anasından doğmadı daha ulan, diye haykırdı. Piştovun çekildiğini gören sekbanlar da piştovlarını çekip, Halil ve Cabbar'a ateş ettiler. Cabbar da piştovunu ateşledi. Halil, Cabbar ve bir sekban bağırarak yere düştüler. Cabbar da sekban da kurşunu yedikleri anda ölmüşlerdi. Bu sırada katırdaki katip de piştovunu çekmeye davranmıştı ki sağ omzuna saplanan ok adamı katırın arkasına düşürürken
"yandım anam" diye bağırdı. Aynı anda diğer sekban boğazına saplanan okla yere serildi. Atının üstünden küfürler yağdırarak piştovuna davranmaya çalışan pos bıyıklıya doğru,
- Davranma bre zalim, diye haykırdı, Muhammed Can.
Kalabalık geriye dönüp baktığında Muhammed Can ve Hasan'ın meydanın kuzeyindeki yüksek kayanın üzerinde ellerinde ok gerili yay ile heykel gibi durduklarını gördüler. Pos bıyıklı üzerine doğrultulmuş okları görünce dondu kaldı. Kısa bir sessizlik oldu.
- Kıyma bana yiğidim, al silah da pusat da para da senin olsun, diye ağlamaya başladı.
Hemen bir iki kişi koşup pos bıyıklının silahını, kama ve kılıcını aldılar. Adam hala ağlıyordu. Katırdan düşen katip danalar gibi bağırıyordu. Pos bıyıklının elini arkadan bağlayıp bir evin içine koydular. Köylüler yaralıların başına üşüştüler. Bu sırada Muhammet Can yıldırım gibi kayadan aşağı atladı ve babasının başını kucağına aldı.
- Babam, nasıl kıydılar sana, diye ağlamaya başladı.
Göğsünden vurulmuştu Halil. Kan fışkırıyordu. Hırıltılı bir sesle,
- Bir bez bastır yarama, dedi.
Hemen mintanını sıyırdı ve babasının göğüne bastırdı. Kan biraz yavaşladı . Halil'i evinde yatağına yatırmışlardı. Çok kan kaybetmişti. Topal Cabbar'ın evinden yükselen feryat ve figanlar her kesin yüreğini dağlamaktaydı. Göz yaşı dökmeyen, kadere isyan etmeyen yoktu.
Meryem, Haceli ve Fadime dörtnala sürdükleri atlarla köye yetiştiklerinde Halil son nefesini vermek üzereydi.
Halil, oğullarına ve kardeşine eliyle eğilmesini işaret etti, fısıltı halinde çıkıyordu sesi.
- Hemen kaç oğul, Muhsin emmin ne derse onu yap. Muhsin kardaşım, Laz Selim'e gönder bunları.
Sonra oğluna bakarak,
- Laz Selim bıçakçılık yapar. Bir gözü kör. Belgrad'ta kaybetti gözünü. Seferden yoldaşımdır. Birbirimize can borcumuz vardır. O seni saklar. Pos bıyıklıyı öldürmeyin. Yoksa kökümüzü kazırlar. Köylüyü kurtaracak tek şahidimiz o. Yoksa hepimizin boynunu vururlar. Çok bitkin düşmüştü, ağzından kan boşandı, belli belirsiz bir sesle kelimeyi şahadet
getirmeye çalıştı ve boynu yana düştü. Meryem kendini tutamadı, çığlıklar atarak ağlamaya dövünmeye başladı. Halil canını teslim etmişti. Muhammet Can ve Hasan'ın hıçkırıkları haykırarak ağlamaya dönüştü.
-Bölüm 9-
CENAZELER gömüldükten hemen sonra, amcaları ve kardeşleri Muhammed Can ile Hasan'ın ceplerine bir miktar para koyup, üst baş giydirip, bellerine biraz azık sarıp, ok dolu tirkeş, üç parçalı yaylar ve bıçak ile yolcu ettiler. Yatağan ve piştovu köyde lazım olur diye, emmisi ısrar etse de yanlarına almadılar.
Muhammed Can ile anasının ve kardeşlerinin vedalaşması çok hazin ve acıklı oldu. Fakat asıl acı çekip de dışarı vuramayan Nazlı idi.
Halil'i ve Cabbar'ı toprağa verirlerken Meryem'in yaktığı ağıt bütün cenaze alayını ağlatmıştı.
Halil ile Cabbar'ın cenazesi için yakın civarda ne kadar aşiret varsa hemen hemen hepsi, Yağda ve Avgadı'dan da çok sayıda köylü Yanpar'a gelmişlerdi. Silifke'ye olan bitenin ulaşmaması için herkes gizli bir anlaşma yapmıştı sanki. Ayanın zulmüne karşı gelme cesaretini gösterdikleri için Yanparlılar bütün aşiretlerin gözünde kahraman olmuşlardı.
Aklı başında yaşlılar ile köylerin imamları, pos bıyıklıyı da aralarına alıp Cabbar ve Halil'i cenaze namazını kılıp köyün mezarlığına toprağa vermişlerdi. Hemen arkasından sekbanların cenazelerini de pos bıyıklı ile bir tutanak hazırlayarak gömmek üzere, katırlara bağladıkları sedyelerle Yağdalı'ya taşıdılar. Tutanakta olay tafsilatlı bir şekilde anlatılmış, askerlerin katillerinin Muhammed Can ve Hasan isimli iki genç olduğu ve firar ettikleri yazılmıştı. Bütün bunlar olup bittiğinde vakit yatsıyı geçmekteydi.
Gece yarısına doğru Muhsin, Haceli, Fadime ve Nazlı ile beraber Lamos'u
karşıya geçmek üzere Kızılgeçit'e vardılar. Fadime ve Nazlı'nın ağlamaları dinmiyordu. Fadime üç aylık bebesini sırtına sarmıştı. Anası ağladıkça bebe de ağlıyordu. Veda sahnesi çok acıklı oldu. Muhsin iki saatten beri anlattıklarını bir kere daha tekrarladı .
"Gün batısına gideceksiniz. Ay'dan yıldızdan yönünüzü bulursunuz. Kır'a çıkın önce. Düzde daha çok yol alırsınız. Keben'e kadar durmayın. Fazla yükünüz yok, hızlı gidin yorulmazsınız. Uykunuz gelince nöbetleşe kıvrılıp uyuyacaksınız. Aşirete, çobana görünmeden gideceksiniz. Azığınızı idareli kullanın. Anamur'dan önce Olukpınarı'na varacaksınız. Oradan tam cenuba yönelip Anamur'a yaklaşacaksınız. Sol tarafta tam denizin kenarında Mamure kalesi var, her yerden görünür. Kalenin garb-ı şimalinde, bizim Topaktaş ile Kızılgeçit arası kadar mesafede Dişlen diye bir tahtacı köyü var. Çam ormanının içine gizlenmiş gibi, kızıl topraklı, Mamure Kalesi'ne hakim bir tepede. Mamure Kalesi ulu bir kale. Tam denizin kenarında. Yuvarlak burçları var, başka ulu yapı yok zaten civarlarda, hemen bilirsiniz. Dedeliden Mustafa Emminin köyü orası işte ama siz sorarken Dedeliden Köslü Musa Dedeyi arıyoruz diyeceksiniz. O sizi salimen Kıbrıs'a ulaştırır, onların oraya yük çeken gemileri varmış. Yanlış köye girer de sorarsanız, şıhımızdır, şifa için arıyoruz dersiniz. Paranıza sahip çıkın, bilhassa Kıbrıs'ta çok dikkatli olun paranıza. Mağusa denen limanda Laz Selim'i bulacaksınız , bıçakçılık yapar. Bir gözü kör. Affı şahane çıkana kadar o saklasın sizi. Bellediniz mi? Tamam mı?
- Tamam emmi, dedi Muhammed Can ama dudakları titriyor ve ağlıyordu. Hasan da bir taşın üstüne oturmuş başını ellerinin arasına almış korktuğunu belli etmemeye çalışıyordu.
Nazlı ile Muhammed Can birbirlerine fazla bir şey söyleyemediler. Kaç sene sonra kavuşacaklarını bilememenin ıstırabı sarmıştı her ikisini de.
Hıçkırıkla ağlayarak sarıldılar. Nazlı, ömrünün sonuna kadar bekleyeceğini söyledi. Muhammed Can, Fadime ve Haceli ile kucaklaşırken, onları biraz kenara çekerek fısıldadı.
- Nazlı size emanet, biz karı koca olduk dedi,
Kardeşlerinin hayret dolu bakışlarına karşı elini dudağına götürerek susmalarını işaret etti. Lamos’un buz gibi suyundan su tulumlarını doldurup, arkalarına bakmadan karanlığa karıştılar.
Yaralı katip ölmedi, Yağdalılar yarasını sarıp tutanağa onun da mührünü bastırdılar. Üç gün sonra iki köyün imamı ve birkaç ihtiyar ile birlikte Silifke’ye indiler. Durum kadıya tutanaktaki gibi anlatıldı. Böylece Yanpar’da kalan halk soruşturmadan ve sürgünden kurtuldu. Ölenler öldüğüyle kaldı, kaçakların yakalandıkları yerde haklarından gelinmesi için dört bir yana ulak çıkartıldı.
-Bölüm 10-
ÜÇ gün sonra güneş batarken Mamure Kalesi’ne yarım saatlik yürüyüş mesafesinde dokuz on haneli bir köye vardılar. Köye girmeden önce hakim bir tepenin yamacından gizlenerek durumu incelediler.
- Burası olmalı Dişlen köyü, dedi Hasan.
- Nerden bildin kardaşım.
- Minaresi yok. Camiye benzer bir bina da yok, besbelli.
- Eeee ne olacak, minare yoksa, cami yoksa.
- Tahtacı köyü işte besbelli, dedi Hasan
- Lan oğlum, bizim köyde de yok bunlar, tahtacı mıyız biz şimdi?
- Sizi boş ver kardaş, cami yapmaya vakit bulamamış sizinkiler. Ama ulu meşenin altını duvarla çevirip kapısını çalıyla kapamışlar ya işte. Sabah
namazını orada kılıveriyorlar, al sana cami. Hayvan girmedi miydi, tamam işte.
- Sen şimdi burası mı diyorsun yani, boşa düşmeyelim, bu kadar eziyet çektik.
- Öldüm, bittim ben arkadaş. Hem açlık hem yorgunluk hem uykusuzluk perişan etti beni. Ben gidip bir soracağım.
- Hasan kardaş, adamlar bizim kaçak olduğumuzu anlarsa ya, ya hem kovalayıp hem de yeniçeriye haber verirlerse.
- Sen bana bırak. Eğer Dedeliden Köslü Musa emmiyi tanımıyorlarsa ya da onun köyü burası değilse bile ekmek isteyeceğim.
- Lan kovalarlar vallahi bizi, başımızı yakma Hasan, diye itiraz etti Muhammed Can.
- Şimdi, ben şıhlı şahlı bir iki lafla ekmek su isteyeceğim. Bunların tahtacı olduğu kesin, bizim köye gelen bedavacı dervişlerin dediklerine benzer şeyler söylersem, bizi misafir ederler. Ama yaylarla okları buraya bir yere saklayalım. Silahtan pek haz etmezler şüphelenirler. Bıçaklar belimizde dursun. Sen fazla söze girme. Ben idare ederim vaziyeti.
Köyün içine girdiler. Birkaç köpek havladı ama onlar aldırmadan bir eve yöneldiler.
- Dişlen köyü burası mı emmi? diye sordu Hasan,
- He burası delikanlı, buyurun, diye sevecen tavırla yaklaştı ihtiyar.
Sevinçle adamın eline sarılıp öptü Hasan,
- Dedeliden Köslü Musa dedeyi arıyoruz, dedi.
- Niye arıyorsun yavrum onu ?
- Yanparlı Halil ile Muhsin'in selamını getirdik ona, diye güvenle cevapladı Muhammed Can.
- Amanın koş oğlum Rıza, Yanparlılar gelmiş bak, koş babana haber
ver, kız Hatice, misafirler geldi çabuk, diye bağırarak ortalığı velveleye verdi. Sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı
- Aman emmi sus bağırma Yanparlılar diye öyle, diyerek Hasan ihtiyarın ellerine sarıldı.
Komşu evden Köslü Musa hızlı adımlarla topallayarak geldi.
- Hoş geldiniz yeğenler, diyerek gençleri kucakladı. Minder serip "aç mısınız?" diye sormaya gerek duymadan sofra kurup, gençlerin karnını doyurdular. Muhammed Can, Köslü Musa'yı bir kenara çekip olup biteni anlattı.
- Böyle oldu işte emmi. Şimdi sana sığındık. Bizi Kıbrıs'a ancak sen geçirirmişsin. Muhsin emmim bizi sana emanet etti, diye lafı bağladı.
Köslü Musa ak sakallı bir Bektaşi dedesi idi. Uzun yıllar önce kardeşlerinden Mustafa, Anamur'da nefsi müdafaa sayılacak bir cinayete karışmış, Köslü Musa da, biz tahtacıyız, azlığız, bunlar suçu bize yıkarlar diyerek onu saklanması için Yanpar'a göndermişti. Halil'in babası ile Köslü Musa çok yakın arkadaştılar. O zamanlar tamamen göçer olarak yaşayan Yanparlılar sürülerini Anamur'un yaylalarına kadar yürütür, oradan geri Eshabı Keyf eteklerine kadar gidip gelirlerdi. Dostlukları ta o zamanlardan kalma idi. Köslü Musa'nın kaçak kardeşini uzun yıllar aşiretin içinde sakladılar. Sonra padişah ölüp de yeni padişah bir affı şahane çıkarınca Mustafa da memleketine geri dönmüştü. İhtiyar, kardeşi Mustafa'nın birkaç sene önce rahmetli olduğunu söyleyince gençler, "Allah gani rahmet eylesin, hiç duymadık" dediler.
Köslü Musa Muhammed Can'ın ellerini, iki elinin arasına alarak,
- Şimdi sıra bizde oğul, hiç tasalanma, sizi salimen Kıbrıs'a geçiririz. Hem de Laz Selim'e elimizle teslim ederiz, dedi. Köydeki tek iki katlı ev Köslü Musa'nındı. Muhammet Can ile Hasan'a Köslü Musa'nın torunu Rıza alt katta yatak serdi. Rıza ile hemen kaynaştılar, uzun uzun lafladılar. Sabah uyandıklarında ortalığı tereyağında kızarmış yumurta kokusu sarmıştı.
- Allah bin bereket versin, dedi Hasan sofradan yavaşça geri çekilirken. Muhammed Can 'da
- Allah sizden razı olsun, dedi. Kahvaltı sofrasında yedi sekiz kişi varlardı.
- Afiyet olsun yiğitler, dedi Köslü Musa.
- Emmi ben böyle bal görmedim şimdiye dek, bu nasıl baldır kapkara, diye sordu Muhammet Can.
Kahvaltıda çıkardıkları petekli bal koyu renkte ve tadı çok farklı idi.
Siyah peteklerin gözlerinin dörtte biri polen tozu, kalanı bal ile doluydu.
- Buna Çeşme balı denir oğul, diye babacan bir tavırla yavaş yavaş anlatmaya başladı ihtiyar. Ev halkının tamamının yüzünü misafirlerini memnun etmiş olmanın huzuru kaplamıştı.
- Buralarda Harnup (5) denilir bir meyve ağacı olur. Yabanda yazıda kendi çıkar Çok uzun yaşar, ulu bir ağaç olur. Kışın yaprağını dökmez. Gölgesine doyum olmaz. Adem ile hayvan sıcakta hayat bulur gölgesinde. Siyah, dayanıklı meyvesinden de aynen böyle bal damlar. Dört mevsim dayanır. Her derde devadır. Pekmezini bile yaparız. Ağacın çiçeğine de "çeşme" denir. İşte bu bal, mübarek arının bu ağacın çiçeğinden aldığı baldır. Şifadır oğul. Bunu yiyen genç hastalık nedir bilmez. Çocuğu olmayan ere de karıya da dermandır. Ama ecel gelirse bal da fayda etmez, yağ da fayda etmez.
- Harnubu biliriz de, balını hiç duymadık görmedik ,
- Konar göçer pek bilmez bu işleri, sizinkiler kırda çiçek balı alır, aşağıda çam balı alır, sahilde pek eğleşmediğinizden bilemediniz.
(5) Keçiboynuzu
Ağaç soğuğu pek sevmez. Güz gelince çiçek açar, zemheri kış gelince de arıyı bozar balı hasat ederiz. Aha bu mübarek ağaç işte, diye evin önündeki ulu harnubu işaret etti.
- Dallarını yeni doğmuş oğlaklara, kuzulara yediririz, meyvesini balını biz yeriz, odununda aş pişer, ısınırız.
Gençlerin ilgilendiklerini anlayınca coşkulu bir şekilde anlatmaya devam etti.
- Bu mübarek ağacın marifeti bu kadarla kalmaz oğul. Bunun çekirdeği daha da ünlüdür. Rıza getir oğlum bir harnup da görsünler meyvesinin şırasını, baksınlar tadına.
Rıza bir koşu içerden sekiz on tane uzun ve etli harnup getirdi. İkiye bölüp birer tane verdi. Kendisi de bir tanesi ısırıp yemeye başladı. Ağzından üç dört çekirdek çıkarıp gösterdi.
- Aha, çekirdeği bu.
İhtiyar bilgiç bir eda ile devam etti.
- Bu çekirdeklerden istersen bir çuvalını tek tek tart, hepsinin ağırlığı birbirine eşittir. Dört tane çekirdek bir dirhem gelir. Çok eskiden bu Bahr-i sefid (6) etrafında yaşayanlar, elmas, gümüş ve altını bu çekirdekle tartarlarmış. O zamanlar bu kıymetli madenlerin ticaretini yapan bütün insanların ortak kullandığı ölçü "kırat"mış. Her bir çekirdek bir kırattır. Kıbrıs'ta ise Araplar gibi "kırıt" derler. Ermeniler de "karat" derler. Aslında bu Hazreti Yakub Efendimizin ekmeğidir. İhtiyarın ağzından bal damlıyordu. Bizimkiler de tatlı tatlı dinliyorlardı.
Rıza, dedesinin arkasından bunlara "Haydi gidelim" anlamında işaret etti
- Sağ olun Allah tekrar razı olsun , bize müsaade, yola çıkalım gayri, deyip adamın ve kadının ellerini öptüler. İhtiyar gençleri teker teker
(6) Akdeniz
kucaklayıp alınlarından öptü.
- Allah yolunuzu, bahtınızı açık etsin yavrularım, diyerek yolcu etti.
Rıza gençleri Kıbrıs'a yük çeken akrabalarının yelkenlisine yerleştirmek üzere Mamure iskelesine kadar götürdü. Yelkenlinin kaptanına iki genci tanıştırıp, dedesinin talimatlarını sıkı sıkıya tembihledi. Kaptan gençlerin Dedeli Mustafa'nın yıllarca sığındığı Yanparlılardan olduklarını öğrenince daha candan ve yakından ilgilendi. Rıza ile vedalaşıp, daha önce hiç yakından görmedikleri, hayal bile etmedikleri gemiye bindiler.
-Bölüm 11-
ŞAFAK sökerken tek direkli ve sekiz kürekli yelkenli Kıbrıs'a doğru açılmıştı. Kıbrıs'a girişte çok sıkıntı yoktu. Asıl sıkı tedbirler Kıbrıs'tan çıkanlar içindi. Çünkü Osmanlı idaresi bazı aşiretleri Kıbrıs'a mecburi iskan kararıyla sürgün ediyor, aşiretlerden de geri kaçmak isteyen çok oluyordu. Bunun yanında kalebentliğe mahkum edilen bazı suçlular da Mağusa'ya zindana gönderiliyor, cezirebentliğe mahkum edilen bazı mahkumlar da açık cezaevi gibi Kıbrıs'ta cezalarını çekmek üzere gönderiliyordu. Bütün bunların adadan kaçmasını önlemek için sancak beyliği ve donanma sıkı bir kıyı muhafaza teşkilatı kurmuştu. Kıyı muhafazası ayrıca adaya gümrüksüz mal sokulmasını yani kaçakçılığı önleme görevini de yerine getiriyordu.
İlk iki saat sakin sularda seyrettiler. Derken deniz birden kabardı, dalgalar yelkenliyi bir o yana bir öbür yana yatırıyordu. İkisi birden küpeşteden sarkarak denize kusmaya başladılar. Tayfanın biri koşarak gelip ikisini de geminin kıç kasarasına doğru iterek götürdü.
- Denize düşerseniz sizi kimse kurtaramaz yiğidim, geçin şu hararların arasına yatın bir daha da kalkmayın, gözünüzü kapatın, dedi.
Deniz biraz sakinleşince kaptan bunların yanına gelip, iskeleye yanaştıklarında ne yapacaklarını tembihledi. Geminin defterine Mehmet ve Ali Rıza isimli tüccar yolcu olarak kayıt edilmişlerdi. Eğer gümrük kolcularından soran olursa Kıbrıs'a ipek almaya geldiklerini söyleyeceklerdi. Kolcular, "Kefiliniz var mı?" diye sorarlarsa kaptanın adını vereceklerdi. Bir hafta kadar Kıbrıs'ta rahat edebileceklerini, ama daha sonra buraların kendileri için çok tehlikeli olabileceğini, her yerde aranacaklarını anlattı.
Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yolculuk nihayet Girne limanında sona erdi. Kaptan yanlarına bir adam katıp Mağusa'ya kadar gönderdi.
Mağusa'da bir bıçakçı dükkanı çalıştıran Laz Selim’i kolayca buldular. Artık lakabı Kör Selim olmuştu. Sol gözünü kapatan siyah meşinden kesilmiş bant kafasına çapraz bağlanmıştı. Gerçek isimlerini söylemediler, yine Mehmet ve Ali Rıza olarak tanıttılar kendilerini. Saruca sekban öldürdükleri kısmı atlayarak sadece babasının çatışmada öldüğünü, kendilerinin de sadece bir iki taş attıklarını, sekbanların kaçtığını, ölmeden babasının vasiyet edip kendilerini saklaması için Kıbrıs'a Laz Selim'e gönderdiğini anlattılar.
- Vay Halil'im vay. Allah rahmet eylesin. Can borcum var kendisine, diyerek kafasındaki Rum başlığını çıkartıp dizlerine vurdu.
- Babamın da sana can borcu varmış, Selim emmi, dedi Muhammed Can.
- Yok evlat, size öyle demiş, onun yiğitliğinin yanında bizimkinin lafı mı olur.
Kör Selim fazla sorup soruşturmadı, bu kapı gibi iki yiğidin sadece birkaç taş için kaçıp buraya kadar gelmeyeceklerini, işin içinde başka iş olduğunu hemen anladı ama feleğin çemberinden geçmiş bir gazi olduğundan hiç üstelemedi. Vakit akşam olmuştu. Selim dükkanı kapatıp gençleri evine götürdü. Karısı birkaç yıl önce ölmüş, iki kızını da evlendirmiş, bekar yaşıyordu. İkisini de karşısına aldı.
- Bakın, iyi dinleyin beni. Burası paşa sancağı. Osmanlı baş edemediği ne kadar aşiret varsa buraya sürgün gönderiyor, cezirebend mahkumları ayrı bir bela. Rumlarla Müslümanlar arasında kavga dövüş hiç eksik olmaz. Hele liman, belalı Arap gemicilerle dolu. Size kaptanı tanıdık bir yük gemisi bulana kadar bu evden çıkmayacaksınız. Erzakınızı eksik etmeyeceğim. Anlaşıldı mı ?
- Nereye göndereceksin emmi bizi ? diye sordu Muhammed Can,
- En münasibi Cezayir ya da İskenderiye sizin için. Osmanlı pek karışamaz oralara ama halkın çoğu müslümandır. Türkleri de severler o limanlarda. Kolayca iş bulursunuz, ortalık sakinleşene kadar kalırsınız. Paranız var mı?
Laz Selime bütün paralarını çıkarıp gösterdiler. Paralarının uzun bir süre onları idare edeceği anlaşıldı. Laz Selim uzun uzun İskenderiye'yi ve Cezayir'i, oradaki yaşam şartlarını, ne iş tutabileceklerini anlattı.
Böylece üç gün evden hiç çıkmadılar, pencerelerin perdelerini dahi açmadılar. Evde kapalı kalmak sinirlerini iyice alt üst etmişti. Topal Cabbar'ın esir ticareti ve forsalık üzerine anlattığı korkunç hikayeleri anımsıyorlar ve Kör Selim'e ne kadar güveneceklerini tartışıyorlardı.
Kör Selim akşam yine eve kucak dolusu yiyecekle gelmişti.
Karınlarını doyurup günlük havadisleri anlatmaya koyuldu. Muhammed Can ,
- Selim Emmi , bizi bir gemiye acele yerleştir, sıkıntıdan patladık, dedi.
- Acele etmeyin uşaklar. Böyle rahat yerde sıkıntı yaparsanız, yarın öbür gün gemide haftalar aylar süren yolculuklarda nasıl dayanacaksınız?
- Haklısın da patladık işte, diye üsteledi Hasan.
- Sizin asıl derdiniz nedir uşağım? diye kurnazca bir bakışla süzdü ikisini de.
- Kaçaksınız değil mi? Cinayet mi? diye kesik kesik, sanki her şeyden haberi varmış gibisine sordu.
İkisi de ses çıkarmadı. Başlarını öne eğdiler.
- Tahmin etmiştim zaten, bunun için rast gele gemiye vermek istemedim sizi. Hemen forsa yaparlar, dayanamazsınız, çok gençsiniz. Tanıdık bir kaptan bekliyorum. Bu günlerde gelir, merak etmeyin.
Gençlerin ikisi de sırlarının anlaşılması ile rahatladılar. Artık kaderlerini tamamen Kör Selim'e emanet etmenin huzuru içindeydiler.
- Bölüm 12-
KÖR SELİM o akşam evine neşeli bir şekilde geldi. Gençlere bir Hollanda gemisinde iş bulmuştu. Gemi, ipek yüklemeye uğramıştı Mağusa'ya ve üç gün sonra Cezayir'e hareket edecekti. Bu geminin ikinci kaptanı Lazkiye Türkmenlerinden Murat Reis Laz Selim'in çok samimi arkadaşı idi. Birisini aşçı, diğerini de Murat Reis’in hizmetkarı olarak gemiye yazdırmıştı.
- Hanginiz aşçısınız bakalım? diye sordu.
Muhammet Can, ben hayvan keser yüzerim, et parçalarım, kavurma, pastırma yaparım, kelle paça üterim. Peynir, yoğurt yaparım, hamur yoğurur, ekmek açar, pişiririm, diye saymaya başlayınca, Selim kahkahayı bastı,
- Ulan uşağım, karı gibisun da, karilar bile edemez senin bildüklerini,
diye iyice laz ağzı yaparak kahkaha ile sırtına vurdu.
- Öyle Selim emmi, bizim yörüklerde kadın erkek işi diye bir ayırım yok ki. Hep bir aradayız zaten. Mecburen el atıyoruz . Buradaki gibi kahvehane, meyhane yok ki gidesin. Sabah akşam, kadın erkek her şeyi ortak yapıyoruz. Kadınlar da bizim gibi ok atar, kılıç sallar, biz de onlar kadar yemek pişirir, ekmek yaparız, davarı deveyi beraber sağarız.
-Tamam o zaman, tesadüfen, içime doğmuş, seni aşçı yamağı yazdırdım. Yoksa isimleri değişecektiniz. Sen de Murat Reis'e hizmet edeceksin oğul. Kamarasını temizleyip, ne isterse yapacaksın. Merak etmeyin ikiniz için de akrabam dedim. Gemide fazla kimseyle samimi olmayın. Murat Reis sizi Cezayir 'de indirecek, ama siz kimseye bundan yolda bahsetmeyeceksiniz. Herkes sizin gemiye temelli çalışmak için girdiğinizi sanacak. Murat Reis çok yakınımdır, meraklı değildir, soru sormaz, siz de fazla konuşmayın, ne denirse yapın.
- Sağol Selim Emmi senin hakkını nasıl öderiz bilmem. Nasıl bir şeymiş bu asker arkadaşlığı, senin sayende anladık. Çok emek çektin bize. Her şeyi göze aldın, dedi Muhammed Can.
- Asker arkadaşlığı ne demek bilmediğiniz için size garip geliyor tabii ki. Arkadaş ne demek onu anlatayım önce size çocuklar. Türkler, bozkırda akıncılık ettikleri zamanlarda, atın üstünde düşmana ok atıp geri kaçarken arkalarından gelen oklardan korunmak için sırtlarına, arka daş denilen ince taş levhalar bağlarlarmış. İşte arkadaş lafı oradan kalmaymış, arkanı koruyacak olan insan da gerçek arkadaşın oluyor yani. Rahmetli baban da gerçekten bizim arkamızı savaşta çok kollamıştı, onun sayesinde hayattayım. İnsanın hayatta arkasını korkmadan güvenebileceği bir iki kişi ya çıkar, ya çıkmaz, her asker arkadaşım için ölümü göze almam, dedi Selim.
- Vay anasını arkadaşın manası bu demek, Babam hiç anlatmadı seferde başına gelenleri bize.
Selim önce uzaklara daldı ve hüzünlü bir şekilde sesini alçaltarak,
- Gerçekten cenk etmiş düzgün insan harpte başından geçenlerden bahsetmez oğul. Anlatacak nesi var cana kıymanın, yağmanın, vahşetin, korkunun, sefaletin. Kolunu bacağını kaybetmiş, karnı deşilmiş, kafası patlamış insanların çığlıkları yıllardır silinmez kulaklarımdan, aylarca yediklerimi geri çıkarttım. Boş verin şimdi bunları, yatalım, sabah erken kalkılacak, diyerek sohbeti kesti
- Bölüm 13-
ERTESİ sabah limanda dört direkli karavelayı görünce şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı. Selim,
- Ağzınızı kapatın da yürüyün şaşkınlar, diye ikisini de ileri iteledi .
Kalın kalaslardan yapılmış rampadan ipek balyalarını sırtlarında taşıyan hamalların yanından tırmanarak gemiye girip, Murat Reis'i buldular.
- Öpün reisinizin elini, dedi Selim.
Çocuklar saygı ile reisin elini öptüler. Selim ile Murat Reis, biraz ilerleyip küpeştenin kenarında bir müddet konuştular. Daha sonra helalleşip vedalaştılar. Selim gemiden ayrılırken, yan yana duran gençler iyice birbirlerine sokulup el ele tutuştular. İkisi de ağlamamak için birbirlerinin ellerini koparırcasına sıkmışlardı. Murat Reis'in gürleyen sesi ile kendilerine geldiler.
- Ne dikiliyorsunuz bre, diye bağırdı.
Gençler seslerini çıkaramadılar. Ne yapacaklarını nereye doğru yöneleceklerini kestiremeden birbirlerine bakıyorlardı ve söyleyecek söz de akıllarına gelmiyordu.
Murat Reis gülümseyerek her ikisinin de omzundan tuttu ve güldü .
- Acemi çaylaklar sizi, diyerek çocukları rahatlattı.
- Bu gemide Türkçe, Arapça, İngilizce ve Flaman dili konuşulur.
Yani her milletten adam çalışır. Aşçı Araptır ama diğer dilleri de bilir. Yol uzun, birkaç gün deniz tutar sonra geçer, diye başlayarak gemide nerede kalacaklarını, nasıl davranacaklarını, Cezayir'de ineceklerini, kesinlikle kendi aralarında bile konuşmamalarını, hatta mümkünse gemide bir araya gelmemelerini iyice tembihledi. Hava sıcak ve rüzgarsızdı. Bazen geminin hiç hareket etmeden durduğu oluyordu. Sekiz gün sonra Girit adasına varmışlardı. Gemi her seferinde olduğu gibi Kandiye Limanı'na uğrayıp su ve yiyecek tedariki yaptı. İki gece limanda kalıp ertesi gün rüzgarı yakalayınca tekrar yola koyuldular.
Geminin kıç kasarasında kaptan ve Murat Reis'in kaldığı iki büyük kamara ile Hasan, iki hizmetçi tayfa ve dümencilerin kaldığı bir küçük kamara vardı. Sancak tarafında gemi sandalının bağlı olduğu kısma bitişik mutfak vardı. Yani Muhammet Can ile Hasan'ın görev yerleri çok yakındı. Mutfakta işler çok yoğundu ve yorgunluktan başına gelenleri düşünecek zaman bile bulamıyordu. Mutfak tezgahının bir kenarına her sabah uyandığında bir çizik atmıştı. O akşam yatmadan önce Hasan ile sandalın altında buluşmuşlar, Hasan 'a biraz un helvası vermişti.
"On altı gün oldu bugün kardaş, artık sallantıdan midem bulanmıyor ", demişti..
Hasan da Murat Reis'ten duyduklarını aktararak, rüzgar uygun olursa bir haftaya kadar Cezayir'e varabileceklerini anlattı.
O gece uzun uzun sohbet ettiler. İkisi de geride bıraktıkları yavuklularına duydukları hasreti anlattılar. Kısa zamanda geriye dönme umuduyla doluydular, bir birlerine moral verdiler ve geç vakit sarılıp
kucaklaşıp yataklarına çekildiler.
Ticaret gemilerinin hemen hemen hepsi bu rotayı izlerdi. Bunun sebebi de bu yolun Osmanlı - Cezayir Donanmasının koruması altında olması idi. Fakat kaptan ve Murat Reis bu dönüşte hiç devriye gemisine rastlamayınca endişeye kapılmışlardı. Kandiye Limanında da Osmanlı donanmasına ait bir gemiye rastlamamışlardı. Girit'teki söylenti doğruysa donanmanın bir kısmı Ege'de bir kısmı da Akka, Sayda taraflarında seyir etmekteydi. Kaptan çok huzursuzdu, direk gözcülerinin daha sık değiştirilmesi ve topların yanına cephane konulması için emir verdi. Malta'yı geçtikten iki gün sonra şafakta aniden şiddetli bir lodos çıktı. Kaptan uyuyordu, Murat Reis var gücüyle "orsa alabanda" diye bağırdı. Bütün tayfalar iplere asılıp var güçleriyle geminin yönünü rüzgara çevirmeye çalıştılar ama nafile uğraştılar. Gün boyu süren şiddetli lodosla rotalarından epeyce saparak kuzeye yönelmişlerdi.
Gece yarısını epeyi geçtikten sonra lodos dinmişti fakat ortalık zifiri karanlıktı ve bir tek yıldız bile görünmüyordu. Kaptan ve Murat Reis uzun hesaplamalar yaptıktan sonra yönlerini tayin edebilmişler, geminin burnunu güneye çevirebilmişlerdi.
Muhammed Can şafak sökerken ana direğe çıkacak olan nöbetçinin gürültüsü ile uyandı, yatağında şöyle bir döndü. Tekrar uyumak istedi ama uykusu kaçmıştı. Birden ortalık çan sesi ve bağırtıyla inledi.
Gürültüye alt ranzada yatmakta olan Arap aşçı da uyanıp, Arapça bir küfür savurdu. İkisi de ayakta idiler şimdi ve aşçı bağırtı çağırtıyı tercüme etti.
- Yanı başımızda korsan gemisi belirmiş, Allah muhafaza, deyip dualar okumaya başladı.
Murat Reis'in sesi gürüldüyor, onun emirleri geminin bir başından diğer başına kadar tekrarlanıyordu.
Kaptan, korsan gemisinden kaçmaya karar vermiş, kaçarken de topların ateşlenmesini emretmişti. Geminin provasında bir baş topu, kıç kasarasının üstünde iki şayka topu, sancakta ve iskelede karşılıklı üçer zerbazen topu vardı. Demek ki hem kaçıp hem de ateşlenebilecek sadece kıç kasarasındaki iki şayka topu işe yarayacaktı. Kaptan, ölmek bir yana ömür boyu korsan gemisinde forsa olmamak için umutsuz da olsa kaçma yolunu tercih etmişti. Sardenya Adası açıklarında idiler. Rüzgar keşişlemeden sert estiğinden Murat Reis dümenciye geminin burnunu kuzey batıya çevirtip rüzgarı arkaya aldırıp hızını artırdı. Bu istikamet yolun tam tersi idi ama yol, rota kimin umurundaydı, can pazarı başlamıştı. Gemi birden hızlandı fakat korsan gemisi arkadan hem bütün yelkenler fora halde hem de bütün kürekler foga vaziyette üstlerine doğru yaklaşıyordu.
Nihayet on beş dakika kadar sonra iki topu birden ateşleyebildiler. Her iki gülle de korsan gemisinin ardına ve yanına düşerek büyük su sütunları oluşturdu. Korsanlar gemiyi, yükünü ve mürettebatından işe yarayanları sağ ele geçirmek istedikleri için hala ateş etmemişlerdi. Anlaşılan iyice yaklaşıp toplara ağır gülleler yerine zincir, bilye, çakıl taşı doldurarak gemiyi fazla hasarsız teslim almak istiyorlardı.
Dördüncü atışta korsan gemisinin provasına isabet kaydettiler ve gemiyi sevinç naraları kapladı. Fakat korsan gemisinin kaptanı provaya isabet alınca işin ciddiyetini kavramış olacak ki, hemen en az beş topu birden prova gerisinden ateşleyerek tüccar gemisinin kıç kasarasını darmadağın etti. Ortalığı yaralıların feryat ve figanı sardı . Artık ateş edemez durumdaydılar, tek çareleri kaçmaktı. Çünkü geriye kalan toplar başta, sancakta ve iskelede idi. Bunların yerlerinden sökülüp yanmakta olan kıç
tarafa taşınması gerekti. Baş taraftaki topların geriye çevrilip ateşlenmesi çok zor ve tehlikeli idi. Çünkü kıç kasarası her ne kadar darmadağın olup yanmakta ise de yine de hala baş taraftan yüksekte idi. Korsan gemisinin kaptanı da zekice bir hareketle geminin arkasında düz bir hatta hızla ilerliyordu. Yan ve baş toplarının ateş alanına asla girmiyordu.
Muhammet Can dahil hemen herkes yangını söndürmek için tahta parçalarını koparıp suya atıyorlar, yaralıları ve cesetleri enkazdan çıkarıp alt ambara taşımaya çalışıyorlardı. Hasan göğsüne, Murat Reis de karnına saplanan kalın tahta parçaları ile çok ağır yaralanmışlardı. Tamamen tahta ve kalastan imal edilmiş gemilerde top güllesinin vurduğu kalaslar ve tahtalar paramparça olup insanlara saplanmıştı. Kan revan içindeydiler. Murat Reis'in iç organları ortada idi. Muhammet Can ve birkaç kişi her ikisini de sürükleyerek bin bir güçlükle alt ambara taşıdılar.
Kaptan da hafif yaralanmıştı, korsan gemisinin yaklaştığını görünce birkaç tayfa kaptana teslim olmaları gerektiğini söylediler. Kaptan da çaresiz teslim bayrağı çekme emrini verdi.
Hasan ile Murat Reis yan yana yatıyor, Muhammet Can da yanlarına diz çökmüş ne yapacağını bilmez vaziyette çırpınıyordu. Geminin doktoru sayılacak Hollandalı ise gelip yaralıların durumuna bakmış, Hasan ile Murat Reis'in durumlarını ümitsiz görerek istavroz çıkarıp diğer yaralıların yanına gitmişti.
Hasan,
- Üşüyorum kardaş, korkuyorum Reis, diye titreyen bir fısıltıyla konuştu. Muhammet çaresizce ağlayarak Hasan'ın elini avuçlarının içine aldı. Murat Reis o yaralı vaziyetinden hiç beklenmeyen bir şekilde başını Hasan'a çevirerek,
- Korkma oğlum, geldiğimiz yere gidiyoruz. Sudan geldik suya
gideceğiz. Hiçlikten geldik, hiçliğe gideceğiz.
- Gençliğimize doyamadık Reis, diye cevapladı Hasan,
- Hayata hiç doyulmaz ki, ölüm her yaşta erkendir. Korkma oğul, birazdan karanlığa gireceksin ve hiçbir şey hissetmeyeceksin artık. Ölüm geride bıraktıkların için bir mana taşır. Benim geride kalanım yok, çoluk çocuk yani. Benden yarar uman kimse yok, senin de yoksa rahatça ölebiliriz, dedi. Kafasını Hasan’dan tarafa çevirdiğinde son cümlelerini duymadığını anlamıştı. Muhammet Can’a son bir gülümseme ile bakıp o da ruhunu teslim etti.
-Bölüm 14-
KORSAN gemisi kanca atarak karavelaya yanaştı. Bir anda yüz kadar korsan ellerinde pala ve piştovlarla gemiye sıçrayarak her tarafına dağıldılar. Korsan gemisinin kaptanı ilk iş olarak gemi mürettebatından kaptan dahil ne kadar yaralı varsa öldürtüp denize attırdı. Daha sonra vakit kaybetmeden karavelanın isim levhasını söktürüp kıç kasarasındaki bütün yangın artığı malzemeyi temizletti ve iki gemi peş peşe tam yol kuzeybatıya yöneldi. Karavelanın personelinden güçlü kuvvetli olanlarını forsa olarak zincirletti.
Eski forslarının büyük bir kısmını da zincirli olarak güverteye dinlenmeye çekti. Geminin alt güvertesi baş ve kıç bölümler hariç olduğu gibi kürek sıraları ile donatılmıştı. Ortadaki koridor sıralardan biraz yüksekte bir platform şeklinde boylu boyunca uzanıyor, her iki tarafta üçer kişinin oturacağı on sekiz sıra bulunuyordu. Forsalar ayaklarına takılı bilekliklere bağlı küçük halkalardan geçen başka bir zincir ile yanındaki diğer forsalara bağlı idiler. Muhammed Can iskele tarafında beşinci sıraya zincirlendi. Arap aşçıbaşı karavelada kalmıştı. Komutları anlamadığı için en çok kırbacı Muhammed Can yiyordu. Bir saat kadar sonra tempoya alışmıştı, artık kırbaç
şaklaması duyulmuyordu. Rüzgar şiddetlenince, sadece yelkenle arkadan gelen karaveladan fazla uzaklaşmamak için forsaların kürek çekmesini durduruyorlardı. Ortadaki yüksek koridorda eli kırbaçlı bir korsan devamlı dolaşıyor, kıç tarafta yüksek bir kanepede oturan iki kişi sürekli forsaları gözetliyordu. Baş tarafta yine yüksek bir yere oturmuş bir kişi ise bir tokmağı bir kütüğe vurarak sürekli tempo tutuyordu. Tempoya uymayan veya komutlara aykırı hareket eden hemen ortada dolaşan korsan tarafından kırbaçlanıyordu. Kürek çekmeye ara verildiğinde iki ihtiyar çelimsiz forsa, su ve yemek dağıtıyor işemek veya büyük aptes yapmak isteyene iğrenç görünüşte ve pis kokan bir fıçı getiriyordu. İhtiyacı olan forsa herkesin içinde oturaktan öne kayıyor ve fıçıya hacetini gideriyordu. İşi bitince de fıçıyı koridora koyuyor, görevli forsa da bunu alıp kıç taraftaki pencereden denize döküyordu. Bu işler sadece kürek çekilmeye ara verildiği zaman yapılabiliyordu. Eğer kürekler foga iken haceti gelen olursa esaslı bir kırbaçlanmayı göze alarak altına yapmaktaydı.
Akşama doğru bir iskeleye yanaştılar. Koridordaki kamçılı adam bir şeyler söyleyip diğerleriyle dışarı çıktı. Aralarından birini baş tarafta nöbetçi koymuşlardı. Forsalar kendi aralarında konuşmaya başlayınca nöbetçi bir ikisine susmaları için havada kırbaç şaklattı ise de sonra vazgeçip kıç tarafa geçti ve pencereden dışarısını setretmeye başladı. Muhammet bütün cesaretini toplayıp, ayağa kalktı, etrafına bakınarak
- Müslüman var mı aranızda? dedi,
Sancak tarafındaki oturaklardan kendi hizasından iki sıra geride olan gençten biri,
- Ben varım? Adım Mustafa, Beyrut'luyum, diye fısıldayarak cevap verdi. Hemen birbirlerini tanıdılar. Karaveladaki tayfalardan biriydi ama hiç konuşmamışlardı
İkisi de çok sevinmişlerdi, sanki forsa değillerdi de kırk yıllık arkadaşlarına kavuşmuş gibiydiler. Biraz sonra iki sıra önden orta yaşlı iri kıyım birisi geriye doğru dönerek,
- Ben Finike Ermenisiyim . Adım Hovsep, geçmiş olsun yiğitler, dedi. Hovsep, Rumca, İngilizce ve İspanyolca biliyordu. Mustafa da
Arapça, İspanyolca biliyordu. Mustafa yıllardır gemilerde tayfalık yapmaktaydı, Hovsep ise altı ay önce korsanlar tarafından seyahat ettiği gemi zapt edilerek esir alınmış bir tüccardı. Söylediklerine göre, bunlar İzbandit denilen Rum korsanlardı, fakat içlerinde Sırp, İtalyan, İspanyol da mevcuttu. Kaptanın hangi milletten olduğunu anlamamışlardı ama galiba gemide hakimiyet Rum'lardaydı.
Yanaştıkları iskele Sardenya adasında ıssız bir korsan köyü idi. İki hafta kadar burada yattılar. Bu sürede Hovsep rica minnet ile bir yolunu bulup yerlerini değiştirerek üçünü aynı sıraya zincirletti. Muhammet Can'ın kırbaç yaralarını yaşlı Arap forsaya getirttiği deniz suyu ile yıkattı ve katran püsesi sürdürdü .
- Bizi satacakları kesin çocuklar, kime hangi millete düşeceğimiz bilinmez. Bu kafirler Türklerden hoşlanmazlar, zevk için bile öldürebilirler. Türkçe konuşmamaya gayret edelim, diyerek gençlere tecrübelerini aktarmaktaydı.
Muhammed Can'a döndü,
- Sen de İspanyolca öğrenmeye çalış, bu Muhammed adını da kullanma artık, bu katoliklerin papazları bile kan içici katildir, ismin yüzünden diri diri yakabilirler alimallah seni.
Katolik, Ortodoks, Ermeni ayrımından bihaber zavallı Muhammed Can çaresizlik içinde,
- Ne diyelim Hovsep emmi, sen söyle, diye cevap verdi.
- Can diyelim. Hatta bunların dilinde de aynı isimden var. Ağzını yayarak Can dedin miydi o isim olmuş olur. Bundan böyle ismini soran olursa, ağzını biraz açıp Can de. Sen de Mustafa'dan vazgeç, Marke dersin soranlara. İkiniz de Beyrut'luyuz dersiniz.
- Tamam emmi sağ olasın. Allah senden razı olsun.
- Onların duyacağı şekilde Allah lafını da yüksek sesle demeyelim, bu forsaların içinde de gammazcı olur, fazla güvenmeyin. İçinizden söyleyin. Öncelikle hayta kalmak önemli, yaşamak için kafanızı çalıştırın, gördünüz işte tavuk keser gibi adam kesiliyor.
Daha sonra korsanlar bütün esirleri ve karavelayı yükü ile birlikte İspanyol bir tüccara sattı. Tüccar karavelaya doldurduğu esirleri pür silah üç geminin refakatinde İspanya sularına geçirdi. Oradan kıyı seyri yaparak Cebelitarık boğazını geçip Cadiz Limanı'na ulaştılar. Cadiz'da esirlerin hepsini karaya indirip bir hapishaneye koydular. İki hafta kadar süre de burada geçti. İyi bakım görüyorlardı. Can artık çat pat İspanyolca öğrenmişti. Hovsep bu arada gençlere basit Hıristiyanlık kuralları ve davranışları öğretiyordu. Bizimkiler bu işe önceleri pek heves göstermeseler de Hovsep canlarını kurtarmanın başka yolu olmadığını hatırlattıkça derslerini bellemeye koyuldular.
Bir gün sabah üçer kişilik gruplar halinde ayaklarından ve boyunlarından zincirli vaziyette avluya çıkarıldılar. Önde bir Rum, Ortada Hovsep arkada Can birbirlerine zincirlenmişlerdi. Bir masanın arkasında üç memur sırayla deftere isimlerini yaşlarını ve mesleklerini yazıyordu. Sıra bizimkine gelene kadar Hovsep ne cevap vereceğini fısıldayarak tembihledi.
- Adın?
- Nikola
- Memleketin?
- Avlona
- Yaşın?
- 30
- Mesleğin
- Demirci
- Geç,
- Adın?
- Hovsep
- Memleketin?
- Demre
- Yaşın ?
- 39
- Mesleğin
- Tüccar
- Geç,
- Adın?
- Caan?
- Nee?
- Coaan.
- Memleketin?
- Yanpar
- Yaşın?
- 17
- Mesleğin
- Aşçı.
- Geç,
Bütün esirler artık İspanya kralının kölesi olmuşlardı. Bir kısmı Güney Amerika'ya giden dev kalyonlara bindirilip sintine ambarlarına zincirlendiler. Hovsep ile birlikte zincirli olduklarından aynı kalyona düşmüşlerdi ama Mustafa karada kalmıştı. Kalyonlar ertesi gün okyanusa açıldı. Esirlerin görevi ambarda biriken suyu kovalarla boşaltma, temizlik yapma ve çamaşır yıkama idi. Konvoy halinde yol alan gemilerin Güney Amerika'daki İspanyol sömürgelerine asker, yönetici ve bir grup katolik papazı götürüp oradan kakao, tütün ve gümüş getireceğini öğrenmişlerdi. Hovsep, dönüşte de bu gemide olmaları için ellerinden geleni yapmaları gerektiğine inanıyordu. Yoksa oralarda karaya çıkartırlarsa bir daha memlekete dönmek hayal olabilirdi. Hemen bir plan yaptılar. Sık sık sintine ambarındaki kölelerin yanına inen geminin papazı ile yakınlık kurmaya karar verdiler. Hovsep katolik olduklarına papazı ikna etmeye çalışacaktı. Papaz her gün bunların yanına iniyor ve dini telkinlerde bulunuyordu.
Gemiye ilk kabulleri sırasında daha gemiye alınmadan ikinci kaptan, gemi doktoru ve rahip zincire vurulu köleleri rıhtımda çırılçıplak soyup, dişlerinden kıçlarının deliğine kadar ince ince muayene etmişler, saçlarını kökünden kazıtıp buz gibi okyanus suyu ile yıkatmışlardı. Bu yüzden Can'ın sünnetli olduğu ortaya çıkmıştı. Papaz Can'ın anlayamayacağı bir İspanyolca ile "Bu kafir uğursuzluk getirecek bize denizde" demişti. Kaptan ve doktor pek fazla önemsemeyince o da sinirli bir vaziyette arkasını dönüp gitmişti. Ama Hovsep daha sonraki ziyaretinde
papaza Can'ın çok genç olduğunu, müslümanlığı zaten pek bilmediğini, aylardır beraber olduklarını artık Can'ın da, Nikola'nın da kendisi gibi çok iyi bir Katolik olduğunu söyleyerek, papazı yumuşatmıştı. Hovsep'in bilge tavırları ve tatlı dili papazı ikna etmiş gibi görünüyordu. Böylece Kanarya Adalarında verilen üç günlük moladan sonra bütün yolculuk boyunca ambardaki görevlerini zincirden kurtulmuş olarak yaptılar.
Şiddetli fırtınalarla beraber üç hafta kadar süren yolculuktan sonra Güney Amerika'da Cartegana Limanı'na ulaştılar. Burada gemilerine Afrika'dan getirilmiş iki yüz kadar kadınlı erkekli zenci köle bindirildi. Diğer gemilere de yüzlerce genç köle bindirilmişti. Bu köleler Cerro Rica da gümüş madeninde ve Huancavelica'daki civa madenlerinde çalıştırılacaktı.
Birkaç gün sonra Panama kıstağındaki Portobelo Limanı'na hareket edildi. Portobelo konvoyun son durağı idi, gemiler buradan Cartegena'ya geri dönecek ve kışı orada geçirdikten sonra Potosi'den gelen gümüş ile tütün ve kakaoyu yükleyerek tekrar Cadiz'e dönecekti. Portobelo'da askerler, yöneticiler ve papazların tamamı ile köleler karaya çıktı. Fakat Hovsep ile Nikola'yı gemide bırakmışlardı. Onlar artık geminin ücretsiz tayfaları olmuşlardı. İyi birer Katolik olmaya devam ederlerse İspanya'ya dönüşlerinde azat bile edilebileceklerdi. Geminin papazı büyük bir ihtimalle sünnetli olduğu için Can'ı istememişti. Can artık başına gelen felaketlere şerbetlenmiş olduğundan bu ayrılık onu fazla etkilemedi. Papaza Türkçe küfür edip arkadaşlarıyla vedalaştı. Diğer kölelerle birlikte zincirlenerek, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Panama Limanı'na yürüyüşe geçtiler.
Portobelo ile Panama Limanı arası kuş uçuşu yetmiş kilometre olmasına karşın bir kısmı dağlık bir kısmı ise bataklıktan oluştuğundan çok eziyetli bir yolculuk oldu. Katır ve lama sayısı yeterli olmadığından yükün büyük bir kısmını köleler taşımaktaydı ve bu da sık sık yürüyüş kolunun
aksamasına neden oluyor, atlı ve katırlı muhafızlar da acımasızca köleleri kırbaçlıyordu. Panama'da onları başka bir kalyon konvoyu bekliyordu. Tekrar gemilere doldurularak Potosi şehrine ulaşmak üzere Callao limanına doğru yelken açtılar.
Callao Limanı'na vardıklarında yüzlerce katır ve lama onları bekliyordu. Bunlar Potosi'de üretilen gümüşü ve And Dağlarının eteklerinde yetişen kakao, çivit, kırmızı kumaş boyasının ham maddesi olan kırmız böceği, frengi tedavisinde kullanılan guajaco gibi ürünleri Callao'ya getirmişlerdi. Gemiler yolcuları boşaltıp limanda bekleyen malları yükleyerek Panama'ya dönecekler, bu yük aynı geliş yolundaki gibi katır ve lamalar ile Portobelo'ya başka gemilere yüklenmek üzere taşınacaktı. Gemiler buradan şiddetli fırtınaların dindiği dönüş mevsimi geldiğinde Vera Cruz'a ve Küba'ya tütün yüklemek üzere gidecekler ve nihayet Bermuda ve Azor adaları üzerinden İspanya'ya döneceklerdi.
Gemiler boşaltıldı, çadırlar, cephane, su, yiyecek denkleri, Lima ve Potosi'ye satılmak üzere götürülen tüccar malları gibi ağır yükler katır ve lamalara yüklendi, arta kalanları da köleler başlarında ve sırtlarında taşıyacaklardı.
-Bölüm 15-
NAZLI, Fadime'ye sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Fadime, elini tutup onun gözyaşlarını yazmasıyla sildi.
- Sen bize emanetsin bacım. Gel hemen anama gidip anlatalım. Her şeyi yoluna koyar o, bir delilik etme, zaten anam erini de oğlunu da yitirdi, bir de sen bir delilik edersen bu sefer dayanamaz, diyerek Nazlı'nın eline yapıştı ve neredeyse sürükleyerek anasının evine doğru hızla yürüdü.
Fadime anasını her ay düzenli olarak ziyaret ederdi. Bu sefer gelirken köye girmeden Nazlı yolunu kesmiş, "İn attan aşağı, sana diyeceklerim var" diyerek, Fadime'yi kocasından biraz uzaklaştırıp, "Ben gebeyim" deyivermişti. Fadime şaşkınlıktan yere oturuvermişti. Bereket bir kayayı kaplamış piynar kümesinin ardındaydılar da vaziyeti Fadime'nin eşi anlamamıştı.
Fadime ile Nazlı hızla eve girdiler, Meryem çurfalıkta bez dokuyordu. Fadime soluk soluğa haberi anasına söylediğinde, Meryem kısa bir şaşkınlık geçirmiş, hemen sonra Nazlı'yı koklayıp öpmeye, sonra da ağlamaya başlamıştı.
- Sen benim kızımsın artık, bak bu koca evde tek başımayım. Haceli'ye kaç sefer gelin burada beraber olalım dedim, Muhammed Can geliverir diye kabul etmedi, ananla da babanla konuşurum. Benimle kalırsın, torunumu beraber büyütürüz, diye Nazlı'ya güvence verdi. Nazlı hiç beklemediği bu yakınlık ve sahiplenme karşısında sevinçten uzun süre ağladı.
Fadime hemen arayı soğutmadan o akşam köyden birkaç aklı başında karı kocayı bir araya toplayarak, oğlunun birkaç zamana kadar geri geleceğini, torununa kendisinin bakmak istediğini, bunun acısını biraz olsun hafifleteceğini anlattı. Köylüler de makul buldular, doğruca Nazlı'nın evine gittiler. Nazlı'nın anasının eski şirretliği kalmamıştı. Muhammet Can'ın kaçmasından sonra yemeden içmeden kesilen kızına ana ve baba olarak çok üzülmekteydiler. Kadın bir şeyler seziyor ama çıkartamıyordu. Bir iki kez Nazlı'yı sıkıştırdı, ama kız hiç renk vermemişti. Hemen kızı çağırdılar, Nazlı utanarak başı önde olayı doğruladı ve tekrar ağlamaya başlayınca, Meryem çıkıştı;
- Başını öne düşürme, yüzünü dökme kızım. Sen benim kanımı
taşıyorsun. Utanacak bir şey yapmadın ki, hepimiz sevdalandık da yuva kurduk, kaldır başını benim yiğit kızım, diyerek herkesin içinde Nazlı'ya destek verdi. Nazlı'nın anası ile babası da fazla uzatmadan, kızlarının selameti için razı oldular ve Nazlı ertesi gün birkaç ev ileriye Meryem'in iki göz evine taşındı. Vakti kerahet tamam olunca da nur topu gibi bir erkek dünyaya getirdi. Adını Halil koydular.
Bebek bile Meryem'in acısını dindiremedi. Her gün başka bir ağıt yakıp ağlamaktaydı. Onun yaktığı ağıtlar uzun yıllar Toros yörükleri arasında söylendi, ozanlar tarafından okundu. Kulaktan kulağa yayıldı. Bugün bile haksızlığa uğrayan garipler onun şu ağıdını söyleyip ağlarlar.
Aşağıdan da geldi aman zalım alçaklar
Doysun gayri yoldaşıma kara topraklar
Yavrumu yitirdim yol göstersin atalar
Doysun gayri yoldaşıma kara topraklar
Yavrumu yitirdim yol göstersin atalar
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın.
Kara habarı da aman yaylamıza saldılar
Genç yaşında aman yoldaşıma kıydılar
Malımızı virdik yetmedi canımızı aldılar
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın
Genç yaşında aman yoldaşıma kıydılar
Malımızı virdik yetmedi canımızı aldılar
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın
Amanın da kadılar hak divanı kursunlar
Çığırın da yoldaşımın hesabını sorsunlar
Yavrumu bulsunlar aman habarını virsinler
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın
Çığırın da yoldaşımın hesabını sorsunlar
Yavrumu bulsunlar aman habarını virsinler
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın
Amanın yavrularım kırıldı obamızın direği
Dayanır mı acımıza paşaların yüreği
Vurdular Halil'imi yitti ömrüm gereği
Dayanır mı acımıza paşaların yüreği
Vurdular Halil'imi yitti ömrüm gereği
Garip başım bu dertlerin hangisine dayansın
-Bölüm 16-
LA PAZ'IN güneydoğusunda bulunan Potosi, denizden 4.090 metre yükseklikte, ıssız, göz alabildiğine çıplak kayalarla kaplı, iç karartıcı, insanlığın on binlerce yıldır yaşamaya değer bulmadığı, kuş uçmaz, kervan geçmez, hiçbir canlının bulunmadığı zavallı bir bölgedir. Şehir bu korkutucu coğrafyanın ortasında şişmiş bir çıban görünümünde 824 metre daha yükselen Cerre Rico Dağı'nın eteklerine bulunmaktadır.
1545 yılında Sucre civarında yaşayan Huallpa adında bir yerlinin lamalarından birkaçı bu Allah'ın bile unutmuş olduğu dağın eteklerine kaçmıştı. Yerli, lamalarını bulduğunda karanlık çökmüştü ve soğuktan donup ölmemek için kuru otları toplayarak büyük bir ateş yaktı. Parlak ve beyaz bir aynaya çarpan alevler geceyi birden aydınlattı. 824 metre yüksekliğindeki dağın adeta tamamı gümüş madeni idi.
1546 yılında madenin hemen dibine Potosi şehri kuruldu. Haber dünyayı yerinden sarstı. 1573 yılı geldiğinde şehrin nüfusu 150 bini çoktan aşmıştı. O tarihlerde bu nüfus hem Londra hem de Roma'nınkinden fazlaydı. 1672 yılında ise artık bütün İspanya'nın ve sömürgelerinin kullandığı gümüş sikkelerin kesildiği darphane, insanların rakımdan dolayı yürürken bile nefes almakta zorlandığı Potosi'de kurulmuştu . Potosi 1800 yılına kadar dünyanın en zengin şehri olarak kalacak, daha sonra gümüşün bitmesi ile birden bire boşalarak zavallı haline geri dönecekti. Bu süre zarfında sadece Potosi şehri sekiz milyon insana mezar olmuştu.
-Bölüm 17-
KERVAN, Callao'dan Potosi'ye 150 kilometre mesafedeki Sucre şehri arasındaki sarp dağlardan ve yamaçlardan geçen yaklaşık olarak 1.500 kilometre yolu iki ayda kat etmişti. Yolculuk korkutucu ve tehlikeli patikalarda yüzyıllardır alışılmış bir güzergahta yapılmakta idi ve her kervan yolculuğu üç beş günlük oynamalarla bu kadar sürede tamamlardı.
Sucre 2750 metre rakımıyla Potosi'ye nazaran daha yaşanabilir bir iklime sahip olduğundan kervan yolculuğu burada sona erer, Potosi gümüş madeninde çalışacak esirler ve muhafızlar burada iki günlük alıştırma süresi geçirirlerdi. Kervan Sucre'ye vardığında Can'ın kervan içindeki pozisyonu köleden daha çok kervanı yönetenlerin uşağı konumunda idi. Yolda gösterdiği uyum, muhafızlarla ve kervancı ekibine yaptığı yardımlar nedeniyle onu diğer kölelerden ayrı tutmaya başlamışlardı. Artık ona ismi ile hitap ediyorlardı. Aslında Can'ı muhafızların gözünde sempatik yapan esas mesele sarışın olmasıydı. Zencileri insan yerine koymadıkları için Avrupalıya benzeyen bu gence onlarla aynı muameleyi yapmak içlerinden gelmiyordu. Zencilerle beraber yola çıktıklarından sonra, kervancılar, papazlar ve muhafızlar beyaz kölelerle zenci köleler arasında ayırım yapmaya, beyazlara daha sempatik ve cömert davranmaya başlamışlardı. Yolda beyaz kölelerden hiç kötü muameleye maruz kalan olmamasına karşın, dayaktan ve bakımsızlıktan onlarca siyah köle ölmüştü. Yürüyüş kolunda kölelerden birinin yorgunluktan çökmesi ya da ters bakması öldüresiye kamçılanmasına sebep oluyor dayaktan ölenler de hemen zincirlerinden sökülüp yolun kenarına atılıyor, kervancıların köpekleri herkesin gözü önünde bu cesetleri parçalayarak yiyorlardı. Kadın kölelere yapılan eziyet ise daha feciydi. Kervancılar ve muhafızlar canlarının istediği
kadını mola yerlerinde bir kenara alıp götürüyor, tecavüz edip geri getiriyordu. Bu işler olurken diğer kölelerin acı dolu hıçkırık ve feryatları ise diğer muhafızlar tarafından kırbaçla susturuluyordu. Papazlar ise hiçbir şey yokmuş, bütün olanlar doğalmış gibi davranmakta, İspanyolları durmadan takdis etmekteydiler. Zenci kölelere yapılan eziyet ve insanlık dışı olaylar Can'da isyan duygularını kabartsa da elinden gelen bir şey yoktu, bir müddet sonra alıştı. Tek amacı hayatta kalabilmek ve geri dönebilmek için bir fırsat yakalayabilmekti.
Huancavelica'dan civa getiren kervanlar da Sucre'de mola vermekteydi. İki kervan arka arkaya tekrar yola koyulduğunda, Can civa madeni ile ilgili duyduklarından dehşete düşmüştü. Civa işlenirken çıkan gaz diğer bütün gazlardan daha zararlıydı. Saçların ve dişlerin dökülmesine sebep oluyor, titreme nöbetlerine yol açıyordu. Civa eritmek için dağda yakılan ocaklardan yayılan zehirli duman civardaki bütün toprakları ve canlıları zehirlemekteydi. Daha önceleri, zengin dağ anlamına gelen Cerro Rico'daki gümüş ocaklarında ve Lima'nın güneydoğusundaki Huanvacelica'daki civa madenlerinde hem cevherin çıkartılması ve işlenmesinde hem de nakliyesinde yerliler kullanılmış fakat bunların sayısı hızla eriyip tükenince Afrika'dan köle getirmek mecburiyeti hasıl olmuştu. (7)
Yüksek ısıda eriyerek basit yöntemlerle elde edilen saf gümüş cehveri geçen yüzyıllarda tükendiğinden, dağ delinerek açılan kuyulardan çıkartılan cevher katır ve kölelerin çevirdiği değirmenlerde pudra haline gelinceye kadar öğütülüyor, daha sonra Cerro Rico'nun 150 km kadar
(7) Latin Amerika'nın Kesik Damarları. Eduardo Galeano S.62 "Yabancı fatihler ufukta göründüğünde Amerika'daki yerlilerin toplamı en az yetmiş milyondu. Bir buçuk yüz yıl sonra toplam yerli nüfus üç buçuk milyona düşmüştü. Barinas Markisi iki milyondan fazla yerlinin yaşadığı Uma ile Paita arasında kalan (1.100 km uzunluk) bölgede 1685'de dörtbin aile kaldığını ileri sürüyor."
batısında bulunan dünyanın en büyük tuz çölü olan Uyumi'den getirilen tuz ve su ile karıştırılarak çamur haline getiriliyordu. Bu çamur, havuzlarda civa ile karıştırılarak gümüş ayrılıyordu. Civa normal sıcaklıklarda buharlaşan çok tehlikeli bir zehir olduğundan civa madeninde çalışan, taşıyan ve civayı gümüşe karıştırma işlerinde çalışan katır ve lamalar birkaç senede, insanlar da üç beş senede ölüyordu.
Köleler çalışırken, ayakları ya soğuk toprağın taşların üzerinde ya da suyun içinde idi. Dinlendikleri ya da yemek yedikleri sırada derideki gözenekler kapanıp buz tutuyordu. Bu yüzden de kapmadıkları hastalık kalmıyordu. Kanama, zatürre, felç, zatülcenp bunlardan yalnızca birkaçı idi. Madendeki köleler için hastalığın hızla ilerlemesi ve çekilen acıların ölümle son bulması tek kurtuluş yoluydu. Kaçtıkları takdirde peşlerine düşülüyor ve kaçanları yakalayıp kafasını kesip getirenlere ödül veriliyordu. Birkaç defa intihar saldırısı şeklinde isyan ettikleri de oldu fakat muhafızlar hepsini şehre girmeden kurşuna dizmişlerdi.
-Bölüm18-
POTOSİ'YE vardıklarında şehrin girişinde askeri kontrol noktasında tekrar sayım yapıldı. Bütün kölelerin kollarına kızgın demirlerle işaret dağlandı. Can'la birlikte gelen yirmi kadar beyaz köle yol boyunca iyi birer Katolik olduklarını ispatlamışlar ve verilen emirleri eksiksiz yerine getirerek, muhafız komutanının ve papazların sempatisini kazanmışlardı. Bunun faydasını şimdi görmekteydiler. Kollarına kızgın demirle damga vurulmasını önleyemediler ama şehirdeki yeni yapılmaya başlanan darphane (8) inşaatında görevlendirildiler.
(8) 1757 yılında başlayan ikinci Potosi darphanesi inşaatı büyük zorluklar ve gecikmeler sonunda ancak 1773 yılında tamamlanmıştır. Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.
Eğer şehirde kalamayıp da buradan yaklaşık 800 metre yükseklikteki dağa oyulmuş yüzlerce kuyunun birine maden kazmak için ya da çıkan cevheri öğütmek ve civa ile karıştırmak için gönderilselerdi kısa süre içinde ölmeleri ya da sakat kalmaları muhakkaktı. Şehirde kalacak kölelerin kayıt altına alınması gerekmekteydi. Artık zincirlerinden kurtulmuşlardı. Etraflarında silahlı muhafızlar olduğu halde tek sıra halinde bir kayıt masasının önüne dizildiler. Sıra Can'a geldiğinde, ismini daha önce yolculuk sırasında kendisine çok yakınlık gösteren bir papazın telaffuz ettiği gibi söyledi.
- Adın?
- Juan.
- Soyadın?
Soyadını hiç düşünmemişti, cevap vermekte gecikince kayıt yapan asker kafasını kaldırıp kızgın bakmaya başladı. Hemen daha önce İspanya'da rıhtımda gemiye kayıt yaptırırken söyledikleri geldi aklına;
- Yanpar
- Tekrar söyle, nedir? diye tersledi asker,
- Yanpar, diyerek yumuşak bir ifade ile yavaş yavaş heceledi.
- Tamam, sıradaki !
İnşaat sahası içinde bulunan koğuşa benzer ilkel yapıya girdiklerinde soğuk iliklerine işliyordu. Özgür ve müslüman doğmuş olan Muhammed Can, ertesi gün diğer beyaz esirlerle birlikte köle ve katolik Juan Yanpar olarak birer damla su ile vaftiz edilerek yeni bir yaşama başladı.
Tam 18 yıl kazasız belasız darphane inşaatında çalıştı. Bunun son yedi yılını usta başı olarak geçirmişti. Artık 36 yaşındaydı ve onunla birlikte gelen kölelerin tamamı ölmüş, askerler çoktan İspanya'ya geri dönmüş yerlerine yenileri gelmişti. Bu süre zarfında yaklaşık yedi sekiz defa vali ve yöneticiler değişmiş, ayrıca elliden fazla zenci köle kafilesi daha gelmişti.
Can'ın yüksek rakımda taş keserek ve duvar örerek çalışabilmesinin ve hayatta kalabilmesinin sırrı devamlı çiğnediği koka yaprağı idi. Şehirdeki dükkanların tamamını melezler çalıştırmaktaydı. Şehirdeki en kıdemliler arasında olduğundan ve darphane inşaatı ile vali doğrudan ilgilendiği için son yıllarda yemek, barınak ve koka yaprağı sorunu olmuyordu. Bir yıldan bu yana şantiyede inşaat ustalarına yemek yapan Juana Clara isminde orta yaşlı melez bir kadın vardı. Kadın Can ile bayağı yakından ilgileniyordu da Can korkusundan kafasını bile çevirip bakamıyordu. Geçmiş yıllarda melez kadınlara ilgi gösteren beyaz kölelerden bir kaçı çok korkunç şekilde cezalandırılmıştı. Can bu olaya çok yakından şahit olduğundan hiç ilgi göstermemeye çabalıyordu. Fakat bütün Latin kadınlarının tipik özelliği bu kadında da vardı, her karşılaşmalarında beğendiğini ve arzuladığını belli ediyor, vahşice saldırıya hazırlanan dişi şahin gibi yaklaşıyordu.
Yıllar önce Potosi'ye beraber geldikleri kafileden sadece birkaç papaz civar kiliselerde görev yapmaktaydı. Bunlardan papaz Andres, San Bartolome Kilisesi'nin baş rahibi olmuştu ve Can pazar ayinlerine buraya gider, ayin sonrasında günah çıkartmak ve sohbet etmek için kalırdı. Bir defasında, Juana Clara'nın kendisine yakınlık gösterdiğini, yakalanmaktan çok korktuğunu, gerçekte kendisinin de bu ilgiden çok hoşnut olduğunu anlattı.
- Günah çıkartmam gerekir mi peder? Günah mı bunlar? diye sordu
- Yok evladım, iki hırıstiyanın birbirini sevmesinin nesi günah olabilir ki? diye şefkatle cevapladı Papaz.
Kısa bir süre sonra Papaz Andres'in sayesinde Potosi Valisi Can'ın özgürlük talebi dilekçesine olumlu cevap verdi. Tarihler 1770 yılının Ekim ayını gösteriyordu. Ama valinin bir şartı vardı, inşaat bitinceye kadar
Potosi'yi terk edemeyecekti. Can bu şartı seve seve kabul etti. Artık bir maaş alacak ve kendine ait bir evde oturabilecekti. Bir ara küllenen memlekete dönme hayalleri yeniden canlandı. Nazlı, anası, kardeşleri gözünde tütmekteydi. Fakat Juana Clara'nın dolgun esmer göğüslerinden yayılan sıcaklık ve arzu dolu bakan simsiyah gözlerini hatırladıkça Nazlı ile yaşadıkları çılgın sahneler bulanıklaşıyor ve kayboluyordu.
Birkaç ay sonra Betanzos'ta Papaz Andres'in kilisesinde sadece Juana Clara'nın annesi ve iki üç komşunun katıldığı bir törenle evlendiler. 1772 yılının 26 Eylül günü bir kızları doğdu. Bebeği ismini koyması için Can'ın kucağına verdiler. Heyecandan kalbi duracak gibiydi. Acemice kucakladı bebeği.
- Benim ismimi anneme koydurmuşlar, bebeğimizin ismini de sen koy, dedi karısına.
Juana Clara hiç duraksamadan,
- Annenin ismini verelim, Maria olsun, Meryem'in buralardaki söylenişi, diye cevapladı.
- Tamam, Maria olsun, dediğinde gözleri doldu Can'ın. Bebeği ışığın
geldiği tarafa götürerek kulağına üç defa Meryem, Meryem, Meryem diye fısıldadı. 11 Ekim 1772 tarihinde evlendikleri kilisede yani Betanzos San Bartolome Kilisesi'nde Papaz Andres bebeği Maria Yanpar isimi ile vaftiz edip kilisenin defterine kaydetti.(9)
(9 )Vaftiz kaydının mikrofilm arşiv örneği hikayenin sonuna eklenmiştir.
- Bölüm 19-
CAN ile Hasan'ın Kıbrıs'a kaçışlarından iki yıl sonra Aralık 1754'de Padişah Mahmud Han ölmüş yerine Üçüncü Osman tahta geçmişti. İlk iş büyük bir affı şahane yani genel af ilan etmek oldu. Fakat gençlerin kaçışından yedi ay sonra ortalık sakinleşip de soruşturmanın peşine kimsenin düşmediği anlaşılınca, obadan Dişlen köyüne gidip gelenler Can ile Hasan'ın Kıbrıs'tan ayrıldıkları ve bir daha haber alınamadığı haberini getirmişlerdi zaten. Meryem ile Nazlı'nın evlerine ateş düşmüştü adeta. Genel af ilanından sonra Meryem kocasının yeğenlerinden biri ile birlikte Haceli'yi Kıbrıs'a gönderdi. On beş gün kadar sonra onlar da elleri boş döndüler. Kör Selim ikisini de çok güvendiği bir kaptana emanet edip Cezayir'e yollamıştı , ama gemi ne Cezayir'e ulaşmış ne de başka bir limana gittiğine dair bir haber alınmıştı. Ya fırtınaya yakalanıp batmışlar ya da korsanlara esir olmuşlardı. Tekrar karalar bağlayıp ağıtlar yaktılar. Bir uğursuzluk çökmüştü ki üzerlerine hiç kalkacak gibi değildi. Meryem ve Nazlı'ya göre " bunlar bir yerlerde saklanıyorlardı ve büyük bir ihtimalle affı duymamışlardı. Yeni bir af çıkardı ve mutlaka affı duyup geleceklerdi".
1756 Ekim'inde Padişah Üçüncü Osman şirpençeden öldü. Yeni Padişah üçüncü Mustafa da bir genel af ilan etti. Obada gergin bekleyiş uzun sürdü. Ne gelen vardı ne de bir haber. Aradan bir koca yıl daha geçti, artık Nazlı'nın bile ümidi kesilmişti. Derken Haceli'nin zavallı karısı doğumdan birkaç ay sonra öldü. Bir kız bebek dünyaya gelmişti. Yine mateme büründü bütün oba.
Meryem iyice çöktü, artık güçsüzlükten elinde bir deyneğe dayanarak yürümekteydi. Haceli'nin öksüz bebesine Nazlı bakıyordu mecburen. Evin geçimini zaten Haceli sağlamaktaydı. Artık Muhammet Can'dan herkes ümidini kesmişti. Yas bitince de Meryem ile Nazlı'nın ailesi, Haceli ile Nazlı'nın evlenmesinin uygun olacağına karar verdiler. Nazlı ile Haceli töreye çaresiz uydular. Zaten başka seçenekleri de yoktu. Çocukların ve ailenin geleceği için bir arada olmak zorundaydılar.
Nazlı canciğer dostunun sırrını kimseye vermediğinden Hürü ile Hasan'ın sevdasından hiç kimsenin haberi olmadı. Fakat hazin ayrılığın ikinci senesinin kışında Hürü ince hastalığa yakalandı. Meşum hastalık talihsiz genç kıza üç ay kan kusturdu. Bu sürede zavallı mum gibi eridi ve bir sabah uyanamadı.
- Bölüm 20-
1773 YILINDA darphane inşaatı bitti. Açılışı festivale denk getirilip büyük şenlikler yapıldı. Şehrin valisi Can'a ikramiye olarak yüklüce bir para verdi. Can, Juana Clara'yı ve kaynanasını ülkesine götürmeye ikna etmişti. Çocuk yola dayanacak yaşa gelince yola çıkmayı hayal ediyorlardı.
Kızları Maria sekiz yaşına gelinceye kadar Sucre'de dükkan çalıştırdılar para biriktirdiler. Can, memlekete dönebilme umuduyla, karısına olan aşkı ve kızının sevgisinden aldığı güç ile kimsenin dayanamadığı hastalıklara dayandı.
Aile bir aydan bu yana yolculuk için düzgün bir kervanın yola çıkmasını bekliyordu. Fakat tarihler 1780 yılının Kasım ayını gösterdiğinde, Tupac Amaru isyanı başladı. Yollar geçilmez, kervanlar gelmez oldu. Şehirler yakılıyor, sömürgeciler öldürülüyor, köleler serbest bırakılıyordu.
Asıl ismi Jose Gabriel Condorcanqui olan Tupac Amaru, 1540 yılında yine İspanyol'lara karşı ilk İnka isyanını başlatıp öldürülen Tupac Amaru'nun soyundan gelen birisi idi. Cizvit okulunda eğitim görmesine rağmen içindeki isyan ateşi hiçbir zaman sönmeyen bu zeki ve asil İnka yerlisi, halka zulmettiği için Tungasuca yargıcını şehir meydanında asmıştı. İsyan dalgası bir anda bütün Güney Amerika'yı kapladı. Melezler ve Criollo denilen üçüncü, dördüncü nesil İspanyol kökenli halk ile kurtarılan zenciler ayaklanmaya katıldılar. Criolloların isyana katılmalarının nedeni İspanyol idaresinin Criolloları daima ikinci sınıf vatandaş olarak görmüş olmasıydı. Hemen hemen her şehirde katliamlar yaşandı.
Tupac Amaru, Potosi'de madenleri boşalttı, bütün vergileri kaldırdı. Yerlilere yüklenen bütün işleri iptal ettiğini ilan etti. Potosi'nin lüks konakları ve dükkanları yağmalandı, büyük yangınlar çıktı. Şehir halkı kaçmıştı, isyancılar da zenginlerin ve yöneticilerin şatafatlı saraylarının bulunduğu zengin Sucre'ye hücum ettiler. Sadece gümüşe çok yakın olabilmek amacıyla kurulmuş olan, yaşamanın son derece zahmetli ve ıstıraplı olduğu soğuk Potosi tekrar yüzyıllar öncesinin yalnızlığına dönmüştü.
Can ve ailesinin Sucre'de kaldığı mahalleyi isyancılar bastı. Siyah köleler ellerine geçirdikleri tek tük beyazları büyük intikam gösterileriyle vahşice öldürmekteydiler. İspanyolların ve onların işbirlikçilerinin evlerini ateşe verdiler. Askerler ve halkın bir kısmı isyancılar gelmeden dağlara kaçtı. Can ve Juana Clara tercihlerini Sucre'de kalmaktan yana kullandılar. İsyan dalgasının ateşi onları da heyecanlandırmıştı. Fakat mahalle aralarına dalan isyancılar evleri tek tek aramaya başladıklarında hasta yatağında yatan bitkin vaziyetteki Can'ı neredeyse öldürüyorlardı. Juana Clara isyancılarla Aymara dilinde uzun uzun konuşarak ve Can'ın kolundaki köle damgasını göstererek canlarını kurtardı.
Fakat isyancılara göre Can madem köle idi, öyleyse onlarla birlikte İspanyol'lara karşı savaşmak zorundaydı. Afrikalı kölelerin çoğunlukta olduğu bir gruba katılmak zorunda kaldılar. Juana Clara grubun başındaki melezi, Can'ın kölelere ok atmasını öğretebileceğine, yay ve ok imal edebileceğine ikna etti.
- Doğru mu? Çok miktarda yay ve ok yapabilir misin?
- Yeteri kadar adam yardım eder ve ağaç kesmek için alet olursa yapabilirim.
- Peki, düşmanın ateşli silahlarına ne yapabilir ki senin yay ve oklar?
- Pusu kurarsak ateşli silahtan daha etkilidir. İki saniyede bir ok atılabilir. Ses çıkarmadığı için atanın yeri belli olmaz. Malzemesi de basit, kiriş, ağaç ve kuş tüyü. Bir de demirci bulunursa daha iyi olur.
Adamın aklı yattı. Hemen işe koyuldular. Sucre'nin güney batısındaki vadide yay ve ok için uygun kereste buldular. Bunları kurutacak zaman yoktu ama uzun lifli yaş ağaçları ateşte sertleştirerek iş görür malzemeler elde ettiler. İki de demirci ocağı kuruldu, ok uçları için çok güzel temrenler yaptılar.
Aradan iki ay geçtiğinde Can yüz kadar köleye ok atmasını öğretmişti. Bu arada Juana Clara da okçuluğa heveslenmiş hatta okçuların içinde en iyilerden birisi olmuştu.
Sırtındaki tirkeşten oku hızla çekip farklı yönlerdeki hedeflere tam isabet kaydetmekteydi. Vadideki karaçam ormanının havası Can'a iyi gelmişti. Sağlığı biraz düzelmiş, morali yerine gelmişti. Kısıtlı yiyecek ve giyecek olmasına rağmen köleler gayretliydiler. Hele Juana Clara'nın daha isabetli atışlar yapması onları daha çok hırslandırıyordu.
İsyan altı ay kadar sürdü, köleler biraz rahat ettiler. Çatışmalar biraz durulur gibi olmuştu. Bu fırtına öncesi sessizlikti ve isyancılar bunu fark edemediler. İspanyol askerleri kaybettikleri şehirlerin etrafına yığınak yaptılar ve ablukaya aldılar. İsyandan alınacak sonuç uzayınca ve yeterli silah ile cephane bulunmayınca Criollolar saf değiştirip isyancıları yalnız bıraktılar. Tam bu sırada Tupac Amaru ve yardımcıları Can’ın eğitim verdiği grubu görmeye gelmişti. Can ve Juana Clara ile uzun uzun yay ve oklar ile ne yapabileceklerini konuştular. Tupac Amaru, Can’ı takdir etti, uyumak için çekilirlerken herkesin önünde kucaklayarak ona güvendiğini gösterdi.
Akşam yaptıkları son toplantıda, sabahleyin bütün grubu Sucre’nin doğusuna sevk edip İspanyolların hücum edebilecekleri geçitlere yerleştirmeye karar verdiler. Fakat şafakla beraber İspanyollar Sucre tarafından bulundukları vadiyi top ateşine tuttu. Ortalık cehennemi andırıyordu. Çok kayıp vermişlerdi. Kölelerin toplu halde uyudukları yere isabet eden gülleler kırk kadarını öldürmüş, bir o kadarını da yaralamıştı. Ortalığı feryat, figan, toz ve duman kaplamıştı. Hiç beklemedikleri bir şeydi bu. Criollolar tam yerlerini bildirmişlerdi İspanyollara.
Tupac Amaru ve yardımcılarının tamamı atlı idiler ve derhal atlarına atlayarak vadinin derinliklerinde kuzeye doğru hızla uzaklaştılar. Bunu gören Can dağılmış olan adamlarını ağaçlık alana doğru toplamak için ne kadar bağırdıysa fayda etmedi. Juana Clara hiç yanından ayırmadığı üç parçalı yay ve okların sıkı sıkıya sarılı olduğu torbayı sırtına geçirdi.
Can, ıslık çalarak üzerlerine gelen top mermisinin sesini fark ettiğinde Juana Clara’ya sarılıp yere yıktı. Bir yokuştan aşağı yuvarlanarak hendeğin içine düştüler. Yokuşun başına düşen top mermisi taş, demir parçaları ve yanmakta olan yağlı paçavralar saçarak dağıldı. Her yeri toz ve duman kaplamıştı.
Juana Clara toz toprak içindeki gözünü baş örtüsü ile silip Can’ı sarstı.
- İyi misin, bir şeyin yok ya?
- Bilmiyorum, omuzum acıyor.
Can’ı ters çevirdiğinde sol omzunun altının kanamakta olduğunu gördü. Bir
demir parçası kürek kemiğini sıyırıp, derince bir yara açmıştı. Bereket paslı demir parçası vücuduna saplanmamıştı. Juana Clara yarayı baş örtüsü ile sarıp sarmaladı.
- Çok şükür yaran hafif, iyileşirsin, merek etme diye teselli etti.
- İyileşmek zorundayım, Maria beni bekliyor diye dişlerini sıkarak, çektiği acıya rağmen gülümsemeye çalıştı.
Juana Clara,
- Evet, hemen Sucre'ye dönmeliyiz. Maria ve anneme ulaşmalıyız,
dedi.
- Tamam da top ateşi o taraftan geliyor, Sucre'yi almış olmalı
İspanyollar. Top ateşine bakılırsa çok yakınımızdalar.
- Olsun, sürünerek de olsa gitmeliyiz.
- Tamam beni takip et, önce top ateşinden uzaklaşalım, karanlık çökünce gideriz, diyerek hızla vadinin kuzey tarafına, Tupac Amaru ve adamlarının gittiği yöne doğru koşmaya başladılar. Bir saat kadar kayaların ve ağaçların arkalarına saklanarak hızla yol aldılar. Ansızın bir sesle irkildiler. Sık çalıların arasından Tupac Amaru ve adamları bunlara sesleniyordu.
- Sizi bekledik, geç kaldınız, dedi gülerek Tupac Amaru.
Can, Juana'nın elini daha sıkı kavrayarak,
- Gerçekten yiğit adammış, dedi.
Tupac Amaru'ya kızları Maria'yı ve yaşlı kadını kurtarmaları gerektiğini anlattılar. Juana Clara ağlayarak ve üzengideki çizmesine sarılarak yalvardı. İleri gönderdikleri gözetleyiciler önlerinin de kesilmiş olduğunu bildirdi. Tupac Amaru karanlığı bekleyip kuşatmayı yarmaya karar verdi. Can ve Juana Clara'yı ise kızlarını kurtarmaları için serbest bıraktı. Kucaklaşarak vedalaştılar. Tupac Amaru heybesinden gümüş saplı bir bıçak çıkartarak Can'a uzattı. Bıçağın üzerine İnka kültüründe özgürlüğü simgeleyen işaretler kazınmıştı.
- Bu bıçak senin soyuna benim zavallı halkımın çektiği acıları aktarsın. Savaşmaktan başka çaremiz olmadığını sonraki nesillere anlatsın. Criolloların ihanetini anlatsın. Bize ihanet etmeyen tek beyazın sen olduğunu anlatsın.
İsyancıların lideri bütün adamlarını ormana yayarak karanlığa karıştı. Juana Clara, Can'ın elinden bıçağı aldı iyice inceledi ve heyecanla,
-Aman tanrım bu çok kıymetli ve onun atalarına ait. Bize verdiği için gurur duymalıyız. İnkalar için iki başlı yılan, diğer tanrılarla mücadelesinden sonra taşa dönüşen tanrıça Amaru'yu temsil eder. İki başlı yılan aynı zamanda özgürlüğü ve bereketi simgeler.
Can, uzaklara dalıp gitti. Kendi soyunu, geleceğini, sonraki nesilleri, hayal etmeye çalıştı.
- Maria'nın boynuna güzelce asalım, görünmesin. İyice anlat bunun ne olduğunu, unutmasın. Unutulmasın.
-Bölüm 21-
CAN ve Juana Clara Sucre'ye girmeden önce bir mağara bulup karanlığın çökmesini beklediler. Kızlarını düşünmekten açlık ve susuzluk akıllarına gelmiyordu, fakat Can'ın öksürük nöbetleri sıklaşmaya başlamıştı. Şansları yaver gitti ve şehrin Potosi tarafına çıkışında bulunan barakalarına gece yarısından sonra ulaşabildiler. Maria mışıl mışıl uyuyordu. Zavallı ihtiyar kadın Juana Clara'ya ağlayarak sarılmış, bırakmıyordu. Geri dönmeyecekler diye çok korkmuşlardı. Can karısına hemen toparlanıp Papaz Andre'ye sığınmaları gerektiğini söyledi. İsyancıların savaşı kaybedecekleri kesinleşmişti. Ağır hasta idi, ciğerleri iflas etmek üzereydi. İhtiyar kadın yarayı temizleyip bir merhem sürerek özenle sardı.
Juanna Clara iki saat sonra evin arkasına iki katır getirmişti. Can'ı katırın birine bağlayıp arkasına Maria'yı bindirdiler. Gecenin karanlığına sessizce karışarak Potosi'ye doğru patikalardan yol aldılar. İsyancıların tamamı kuzeyde olduğundan İspanyollar şehrin Güney tarafına asker göndermemişlerdi. Bir müddet sonra gecenin sessizliğinde,
- Nereden buldun katırları Juana? diye fısıldayarak sordu Can.
- Ben iyi bir okçuyum, biliyorsun. İki nöbetçiye peş peşe tam boğazlarından, diye övünerek karşılık verdi Juana.
- Senden korkulur İnka kızı, benden de iyisin, diyerek gururla gülümsedi Can.
Tekrar yükseklere çıkmak Can'ın ciğerlerine iyi gelmiyordu. İnce ve soğuk havanın kavurduğu ciğerleri yırtılırcasına öksürüyor, her öksürüşünde boğazından kan geliyor, diğer taraftan da sırtındaki yara dayanılmaz acılar veriyordu.
İsyancı kuvvetler arasındaki irtibat da yavaş yavaş kopunca, İspanyollar hücuma geçip Tupac Amaru'yu yakalayarak Cuzco'ya götürdüler. Büyük bir kalabalığın toplandığı meydanda önce gözünün önünde oğullarını ve karısının kafalarını keserek idam ettiler. Sonra kendisine korkunç işkenceler yapıp, kol ve ayaklarından dört ata bağlayıp atları kamçıladılar, ama parçalanmayınca kafasını kestiler (10) • Vücudunun her bir parçasını isyanın sürdüğü şehirlere gönderdiler. İsyan çok kanlı bastırılmıştı, Tupac Amaru ile kan bağı olan kim varsa katledildi.
(10) Bkz. Wikipedia "Tupac Amaru".
San Bartolome manastırına Potosi'nin hemen batısında Cerre Rica konisinin bittiği yerde başlayan ve gittikçe derinleşen vadinin içinden geçen sekiz kilometrelik bir patikadan ulaşmak mümkündü.
Papazlar daha önce şehrin içinde olan kiliselerinde huzursuz olmuşlar ve şehirden uzak bu vadinin içinde bir pınarın başına manastırlarını inşa etmişlerdi. Görgüsüz İspanyol zenginleri için hemen hemen her akşam düzenlenen eğlenceler sonunda fuhuş adeta sokaklara taşmakta ve çok sayıda kumarhanede sabahlara kadar gümüşten kazanılan paralar el değiştirmekte idi. Sıkışık nizamda inşa edilmiş binalarda iç içe yaşanan şehirde bütün halk bu günahları paylaşmakta iken papazlar sonunda dayanamayıp şehrin dışına kaçmışlardı.
Bomboş ve harabeye dönmüş Potosi'nin ıssız ana caddesini boydan boya geçtiler. Şehrin hayli dışında olan isyancıların yağmalamaya değer bulmadıkları ya da unuttukları manastır küçük bir avlunun içine inşa edilmiş üç basit binadan oluşmaktaydı.
Can iyice bitkin düşmüş, diğerleri de soğuktan titremekteydiler. Sabah güneş dağların üstünden vadiyi henüz aydınlatmadan manastır uzaktan göründü. Andre geldiklerini uzaktan görmüş ve birkaç genç melez rahibe ile yardımlarına koşmuştu. Hemen içeri alıp yatırdıklarında Can konuşamıyordu.
Maria babasının ellerini öpüyor ve sessizce ağlıyordu. Juana Clara da öbür elini tutmuş alnını bez ile ıslatıyordu. Bir ara başucunda dua eden Andre'yle göz göze geldiler. Andre eğilince fısıldayarak,
- Ailem size emanet peder, dedi. Andre,
- Tamam oğlum meraklanma, hepiniz tanrıya emanetsiniz, hiç meraklanma, diyerek Can 'ın başını okşadı. İki gün sonra kendine geldiğinde bütün ailesi başucunda idi. Konuşmaya başladığında öksürük nöbetlerine tutulmakta ve ciğerlerinden kan gelmekteydi. Can, kızının ve karısının ellerini kavradı.
- Sizi memleketime götüremeyeceğim, çok üzgünüm. Ben olmadan oralara gitmenizin bir manası da yok zaten. Kader böyleymiş, dedi ve gözlerinden yaşlar süzüldü. Maria babasının yanına uzanarak sarıldı. Can öksürük nöbetlerine rağmen annesini, kardeşlerini, Yanpar'ı Maria'ya belki yüzüncü defa anlattı. Juana Clara kocası iyileşmeye başladığı için sevinçten havalara uçuyordu, hemen dışarı çıkıp yemek hazırlamaya koyuldu.
Karşısına çıkan her rahibeye sevinçle "kocam iyileşiyor" diyordu. Fakat bunun ölüm iyiliği olduğunu nereden bilebilirdi. Karısı dışarı çıkınca Can kızına,
- Meryem, sana Nazlı'yı da anlatacağım, dedi.
Can doğduğu günden beri Meryem diye seslenmişti kızına. Elinden geldiği kadar da Türkçe öğretmişti. Baba kızın baş başa Türkçe yaptıkları muhabbetlere diğerleri alışmıştı.
- Nazlı kim baba,
- Yanpar 'daki nişanlımdı o kızım. Onu çok sevmiştim, o beni hala bekliyor biliyorum, diye başlayarak uzun uzun anlattı.
Hikayesi bittiğinde,
- Bunu annene anlatma olur mu kızım? Üzülmesin, diyerek Maria'nın sarı saçlarını öptü.
Maria,
- Tamam baba söz, bu bizim sırrımız, diyerek babasına sımsıkı
sarıldı.
- Babacığım , senin kardeşlerin, annen ya da Nazlı seni merak edip
buralara neden gelmiyorlar?
- Gelemezler kızım, çok ama çok uzak burası, isteseler de gelemezler. Burada olduğumu bilemezler, bilseler de gelemezler.
Ertesi gün sabahleyin artık öksürük nöbetleri kesilmiş ve nefes alışı çok seyrekleşmişti. Andre ve bir papaz ellerinde haç ile ayakta dua ediyorlar, kadınlar sessizce ağlıyorlardı. Can’ın nabzını tutmakta olan manastırın yaşlı papazı, Andre’ye dönerek başını salladı ve hastanın kollarını önünde birleştirip yüzünü örttü. Cenazeyi katolik merasimi ile manastırın bahçesindeki mezarlığa gömdüler. Rahipler mezarı toprakla kapatırken Maria, bir eliyle koynunda sakladığı Tupac Amaru’nun hatırası olan bıçağa dokunarak sessizce ağıyordu.
Murat YANPAR Kasım 2011 - Mersin
IGI lndividual Record
FamilySearch™ lnternational Genealogical lndex v5.0 South America
Search Results I Download I Print
Maria <Yanpar>
Female
Pedigree
Event(s):
Birth: Christening:
Death: Burial:
11 OCT 1772 San Bartolome, Betanzos, Potosi, Bolivia
'w-J
Parents:
Father:Juan Yanpar
Mother:Juana Clara
Family
Messages:
Extracted birth or christening record tor the locality listed in the record.
The source records are usually arranged chronologically by the birth or christening date.
Source lnformation :
Batch No.: Dates:
C670881 1642 - 1804
Sheet:
Source Cali No.: 0624500
Type: Film
An official Web site of The Church of Jesus Christ of Latter-day Saints
© 2008 lntellectual Reserve, ine. AII rights reserved. Conditions of Use Privacy Policy
About Us I Contact Us I Press Room I Site Map Records Custodians 1
Developer Network I LDS Church Sites I LDS Country Sites
II
HACI MURAT
Yanpar soyunu yok olmaktan kurtaran kahraman (1810-1900)
KARAMAN - AŞIRAN (1832)
Atçeken aşiretinin bir kolu olan Cingözlerin yaşadığı Aşiran toprakları bugün verimli olmasına karşın, o tarihlerde yeraltı suyu şimdiki gibi bolca çıkarılamadığı için uçsuz bucaksız bir bozkırdı. Karaman’a bağlı Aşiran köyünün hemen arkasındaki Karadağ’ın eteklerinde sadece at ve koyun yetiştiriliyor, düzlüklerde ise buğday ve arpa tarımı yapılıyordu. Cingözlerin mera ve tarım arazisi olarak kullandıkları toplam arazi Aşiran ile Karadağ etekleri arasında yaklaşık otuz dört bin dönümdü.
Yirmi iki yaşındaki Murat’ın babası Cingöz Mehmet henüz ölmüştü. Neşeli ve tez canlı bir kişiliği olan Murat’ın davranışları babasını kaybettikten sonra değişmiş, biraz hırçınlaşmıştı. Sürüyü üçe bölmüşlerdi, kardeşlerden her biri bir sürünün başında olurdu. Babaları öldükten sonra Mustafa sürünün başında meraya çıkmaz olmuş, yerine akrabadan güvenilir birini göndermekteydi. Babası öldükten iki ay kadar sonra büyük abisi Mustafa sürüyü saymış ve altı bine yakın koyun olduğunu “kızlara birer hisse oğlanlara ikişer hisse olarak bölüşelim, uygundur” diyerek beklenen sonucu açıklamıştı. Ölüm hak miras helaldi. Üç oğlan üç kız altı kardeştiler. Şeriata göre de kimsenin bir diyeceği yoktu.
Erkek kardeşlerin içinde tek bekar Murat’tı. Anası onun babası ölmeden evlenmesini çok istemişti ama araya babanın uzun hastalığı girmişti. Sürünün bölüşülmesi bir kez konuşulmuştu ama henüz bir ayrılma söz konusu değildi.
Sürüyü götürdükleri Ayrancı’ nın kuzeyi çok yağmurluydu o gün.
- Sürüyü çevirin, Yeşildere tarafına gidelim, orada dere boyunda yayarız. Buralarda ot kalmamış, dedi çobanlara Murat.
- İki gün sürer ağam, geç kalırız obaya, üç gündür buralardayız zaten, diye sızlandılar çobanlar. Murat bir seksen beş boyunda iri cüsseli ve sarışın mavi gözlü heybetli bir delikanlıydı. İrice ve doru bir arap atı vardı.
Atın üstünde Murat'ın heybeti daha artıyordu.
- Hadi len sürün dedim, diye çıkışarak son noktayı koydu Murat.
Sürüyü çevirmek için sağa sola koşuşturdular. Kısa molalar vererek gece gündüz yol aldılar. İki gün sonra Yeşildere köyüne yakın bir meraya vardılar. Otlar vahşice fışkırmış, dere gürül gürül akıyordu, geldiklerine değmişti doğrusu.
- Çadırları kurun, dedi çobanlara.
En genç çobana da,
- Benim atı al, köye dön, Yeşildere'deyiz de, söyle meraklanmasınlar, iki güne kadar döneriz, diye tembihleyerek obaya gönderdi.
Daha önce de obaya geç döndükleri olmuştu ama ilk defa obadakilerin haberi olmadan Yeşildere tarafına geçiyorlardı. Yeşildere, Aşiran'a otuz kilometre mesafede ve Toros dağlarının eteğindeydi. Toroslar pek tekin değildi o günlerde. Eşkiya kaynıyordu ortalık. Eşkiya korkusundan bütün aşiretler bozkırda yayarlardı sürülerini. Murat cesaretlenmişti nedense, belki de babası ölünce" kimseden emir almam" havalarına girmişti.
Ağabeyleri Mustafa ile İsa pek endişelendiler. Atlı çıkarttılar peşlerine. Atlı eli boş döndü. Sürüyü gören kimse yoktu. Çılgına dönmüştü Mustafa. İsa ise bütün çabalarına rağmen sakinleştiremiyordu kimseyi, anaları ve kızlar ağıt yakmaya başlamıştı .
- Haydi, dedi Mustafa
- Atları hazırlayın, İsa'yla ben de gidiyoruz, başka tarafa bakalım.
- Tüfekleri getirin, dedi İsa, tutmalara. Sırtlarına çapraz kuşandılar tüfekleri. Birer de azık peştamalı verdi Mustafa'nın karısı, bellerine sardılar. Yamçıları çekip yola koyuldular. İkindin olmak üzereydi ve yağmur şiddetini arttırmıştı . Yarım saat sonra Sıdırva'yı geçip dörtnala güneye yöneldiler.
İki saat kadar at koşturduktan sonra uzaktan bir atlının geldiği gördüler.
- Küfür ederek atını hızlandırdı Mustafa, gelen atı tanımıştı. Murat'ın atıydı ama üstündeki binicinin ufak tefek olduğu uzaktan seçiliyordu. Murat'ın genç çobanlarından biriydi bu.
- Nerdesiniz ulan anasını avradını...
-Yeşildere tarafına geçtik ağam, ben de size haber vermeye ge iyordum.
- Düş önüme, tez götür beni sürüye.
Sinirinden kudurmuş gibiydi, atı öyle koşturuyordu ki İsa ile çoban epey geride kaldılar. Mustafa'nın atını zaten Sıdırva'da, Ayrancı'da geçen at yoktu. Doru alacalı bir arap atıydı. İki senedir baharları ve güzün yapılan bütün koşuları kazanmıştı. Sürü dere boyuna yayılmış dağınık vaziyetteydi, küçük bükler, koyaklar, dere kıvrımları ve çalılıklar vardı. Sürünün tamamını bozkırdaki gibi toplu görmek pek mümkün değildi.
- Nerde ulan o Murat olacak...
Sesi çınlatıyordu ortalığı.
- Dere boyunda ağam, diye yol gösterdi çobanlar.
O sırada gürültüyü duyan Murat çadırdan çıktı. Abisi atını dört nala üstüne sürüyordu.
- Ne oldu, demeye kalmadan Mustafa attan atlayıp, Murat'a sövmeye ve vurmaya başladı. Tüfeği omzundan çıkartmaya yelteniyordu ki, Murat bütün gücüyle itti Mustafa'yı. Murat cüsse ve kilo olarak da boy olarak da abisinden oldukça iriceydi. Dengesini kaybeden Mustafa dere kenarındaki iri kayardan birine başını çarparak cansız yere serildi. Arkadan İsa ve çobanlar yetiştiklerinde, Murat'ı abisinin başında ağlarken buldular. Mustafa'nın hala kan fışkıran başını kucağına almıştı, üstü başı kan içindeydi.
- Naaptın ulan, diye haykırdı İsa.
Var gücüyle Murat'ı kenara savurdu, sarsmaya başladı Mustafa'yı,
- Ağam ses ver, ağam,
- Vallah kazayla oldu, ağam, ilkin sövdü, vurmaya başladı sonra tüfeği çıkarınca omzundan, itekledim ben de, kayaya çarptı, aha bak buraya. Ağlayarak kayadaki kanlı izi gösterdi. Uzun uzun ağlaştılar, çobanlar ters ters bakıyorlardı Murat'a artık. Gece yarısı olmuştu neredeyse. İsa, çobanlara seslendi,
- Sürüyü çevirin, obaya götürün, cenazeyi biz getireceğiz.
Zaten hepsi hazırlanmışlardı çobanların, sürü yola koyuldu kısa sürede. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Murat'ın masum olduğuna inanmaya başlamıştı İsa, ama artık köye dönemezdi Murat.
- Sen, dedi İsa,
- Al bu tüfekleri, azıkları. Aha da barut aha da kurşunlar. Atına bin. Toroslara çık. Kadı da ayan da hayatta inanmaz bu işin kaza olduğuna. Anam da inanmaz. Bacılarım da inanmaz. Yengem de inanmaz. Yeğenler de inanmaz. Kan davası olur. Çık Toroslara, eşkiya mı olursun. Ovaya, denize mi inersin. Gavur ellerine mi gidersin bilmem gayri. Boynuinceliler Silifke tarafına göçüyorlarmış. Toprak, hayvan veriyormuş İbrahim Paşa oralarda diye duydum geçen gün Karaman'da. Var git karış onlara. Aşiran'lı Cingözler'den olduğunu söyleme kimselere. Git gözüm görmesin. Sıkışırsan, biçare kalırsan; bir beyaz beze Çomar'ın başını aynen çiz yeşil ağuyla, gönder bana. O zaman diyeceklerine inanırım haberi getirenin.
Murat hıçkırarak ağlamaya başladı, İsa 'nın omzuna başını dayadı.
Uzun süre öyle kaldılar.
- Haydi, cenaze kokacak, dedi İsa.
Murat kendi tüfeğini omzuna aldı, diğer tüfeği ve kepeneği atın arkasına bağladı. Mustafa'nın cenazesini atına yüzükoyun yatırıp çadıra sardılar ve bağladılar. Atına binerken
- "Gel çomar" diye köpeğini çağırdı .
- Olmaz, dedi İsa, köpekle saklanamazsın.
- Etme ağam, onsuz niderim .
- Köpek ele verir adamı, bırak, diye emretti, sesi çok sert ve kararlıydı. Yağmur durmuş, dolunay gün gibi ışıtıyordu etrafı. Kurbağa sesleri derenin çağlayan sesini bastırmıştı.
İkisi de atları ters yönde yavaş yavaş sürdüler.
-2-
ÇUKUROVA (1832)
Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki çağın modern silahlarıyla donatılmış ve Fransız komutanlar tarafından eğitilmiş Mısır ordusu, Osmanlı Ordusu ile giriştiği 1831 yılındaki Akka savaşını çok kolay kazandı. Osmanlı ordusu kısa sürede çok ağır kayıplar vererek dağıldı. Ardından Belen (Beylan Savaşı) geçidindeki çetin savaşı da Osmanlı ordusu kaybetti. İbrahim paşanın hedefi Adana ve havalisinin zengin ve verimli toprakları ve gemi yapımında kullanmak için kereste elde edebileceği Toros Dağları idi. Adana halkı İbrahim Paşa 'nın namını duymuştu. Vergileri kaldıracağını Osmanlının bütün kanunlarını iptal edeceğini, zulme son vereceğini, yeni bir düzen kuracağını yaymıştı . Herkes toprak sahibi olacaktı. Halk hiç direnmedi, Çukurova'ya hakim aşiretler ve ayanlar hemen saf değiştirip Mısırlılardan taraf oldular. Böylece Antep ile Silifke arasında 1832 yılında yeni bir devlet kuruldu. Mısır Ordusunun peşinde daima kalabalık bir fellah(1) topluluğu gelirdi. Mısır ve Suriye'den toplanmış olan fellahlar toprağı işlemede çok ustaydılar ve görevleri orduya yiyecek ve giyecek temin etmekti. Mısır Valiliği teknolojik olarak Osmanlıdan ileri gitmişti. Çağın en modern silah ve teçhizatına sahiptiler. Dingilli tekerleği Adana ve Silifke'ye getirdiklerinde burada yaşayan yerli halk ve Ermeniler kağnı kullanıyorlardı. İbrahim Paşa'nın yönetimi , bataklık halindeki Çukurova'ya kısa aralıklarla onlarca fellah köyü kurarak pamuk, sebze ve bakliyat tarımına başladı. Ne var ki daha çok insana ihtiyaç vardı. Toroslar'da haber hemen duyuldu ve Yörükler Karaman dağlarından Akdeniz'e göçmeye başladılar. Silifke taraflarına göçen yörükler Göksu deltasında bugünkü Tozara ovasında çeltik ekmeleri için yerleştirildi. Mersin Tarsus civarında ise pamuk için toprak dağıtmaya başlandı fakat göçerlerin büyük çoğunluğu sivrisinek ve sıtma ile baş edemediklerinden Toroslar'a geri döndüler. Bir kısmı da 300-750 metre rakımlı bölgelere yerleştiler.
(1) Arapça çiftçi
Fellahlar zaten Mısır'da Nil deltasında, Suriye'de sahil ve ova şartlarında yaşadıklarından genetik bağışıklıkları sayesinde sivrisinek ve sıtma pek fazla sorun teşkil etmiyordu.
-3-
YANPARLILAR
Ay dağların tepelerine doğru iyice alçalmıştı. Şafak sökmek üzereydi, dört saattir tırmanıyordu. Ter içinde kalmıştı hayvan. Taşkale civarında Göçük Kiliseye vardı. Çocukluğunda ağabeyleri ile ava gelmişlerdi bu tarafa, iyi biliyordu buraları. Bir gece kalmışlardı hatta burada. Keklik ve tavşan avlarlardı genelde, bazen de yaban keçisi denk gelirdi. Yaban keçisini vurmak çok zordu. İnsan kokusunu çok uzaklardan alırdı mübarek hayvan. Rüzgarı tersten denk getirirsen ve de birkaç kişi ile sıkıştırırsan anca. Şimdiki gibi dürbünlü mavzerler yoktu tabi. İngiliz yapısı, ağızdan tek kurşun doldurulan kısa namlulu tüfekleri vardı. İki yüz metreyi ancak vurabilen tüfeklerdi bunlar.
Kilisenin yıkılmamış odalarından birine geçti, atı da hemen yanına bağladı, koşumları çıkarttı. Tüfekleri ve heybeyi aldı. İnce keçe ile atın terini sildi. Kanlı elbiselerini kilisenin hemen arkasındaki çeşmenin yalağında yıkadı . Kepeneği yaydı, biraz uyudu . Atın kişnemesiyle uyandığında güneş yükselmeye başlamıştı. Hemen atın koşumlarını taktı, vadiyi takip ederek yola koyuldu. Üç dört yerde mola verdi, atı yemledi. Vadinin içinde akşama kadar ağaçların arasında gizlenerek açığa çıkmadan iki gündüz yol aldı. Güneş dağların arkasına geçerken uzaktan köpek havlamalarını duydu. Atından indi. Ardıç ormanı yavaş yavaş seyrekleşmiş, tek tük çam ağaçları başlamıştı, demek ki Torosları aşağı doğru inmeye başlamıştı . Yüksekçe bir çama tırmandı, uzakta bir düzlükte yörük obasını gördü. Yirmi kadar çadır ve aralıklarla yerleşmiş koyun ağılları ile bayağı büyükçe bir yörük aşireti olduğu belliydi. Köpekler Murat'ın kokusunu almışlardı ondan tarafa doğru ürüyorlardı. Obaya doğru gitmeye mecbur hissetti kendisini, kaçmak işine gelmedi. "İki günlük mesafedeyim Aşiran'a nasılsa "diye düşündü. Dağın güney yüzüne geçmişti. Kim bilecekti onu buralarda. Köyden kimseler gelmezdi dağın bu yanına, işleri olmazdı. Onların işi Karaman'da Konya'da idi. Zaten söylemeyecekti de Karaman'dan geldiğini.
Atını Yörük obasına doğru ağır ağır sürdü. Kendinden emin adımlarla ilerleyen atlıya fazla havlamadı köpekler, zaten hemen çağırdı hayvanları öndeki çadırdan birisi. Çadırların önünde ocaklar yanıyordu. Hemen hemen herkes akşam yemeği için hazırlanıyordu. En büyük keçe çadıra doğru yöneldi. Kıl çadırların arasından geçerken birkaç yaşlıya selam verdi. Bağdaş kurdukları yün minderinden ayağa kalktı ak sakallı bir ihtiyar ve yanındakiler.
- Selamünaleyküm ağalar, dedi Murat.
Buyur ettiler, yer gösterdiler. Bir ardıcın altına kurulmuştu çadır.
Bağdaş kurup oturdular, hal hatır sordular. Sekiz on kadar yörük geldi.
- Yolculuk nerden nereye delikanlı, diye sordu yaşlı olanı. Aşiretin reisi olduğu belliydi.
- Silifke'ye, toprak veriyormuş müslümanlara yeni padişah, dedi Murat. Nerden geldiğini söylemek için hazırlanmadığı için kendine küfür etti içinden ve telaşlandı, korktu bir an. Sonra toparladı,
- Akşehir taraflarından geliyorum, dedi. Adını söyledi.
- Biz de duyduk toprak işini ama iş karışık biraz. Daha önce hiç gittin mi oralara?
- Yok, hiç gitmedim.
- Sıtmadan ölürsün, sineğe dayanamazsın, buralardan çok göçüp de geri gelen oldu, dedi genç birisi.
- Hem öyle toprağın kökünü de verdikleri yokmuş, diye devem etti.
- Size kimler derler ağam, diye sordu Murat,
- Yanparlı aşiretiyiz biz, dedi ak sakallı olan, bana Sarı Halil derler. Sohbet koyulaştı, aşiretin bildik bileli Toros dağlarında yaşadığını, Hanefi mezhebinden olduklarını, Osmanlı'nın düzeni bozulunca Celali eşkiyasının yeniden ortaya çıktığını, asker kaçaklarının aşiretlere rahat vermediğini, haraç vermekten bıktıklarını uzun uzun anlattılar. Bu günlerde yeni bir çete türemişti Avgadı Dağlarında. Hepsi bozulan Osmanlı ordusundan kaçan askerlerdi. Sürülere saldırıyorlar, çobanların üstünü başını soyuyorlar, hatta kadın kız kaçırıyorlardı. Ortalık çok tehlikeliydi. Bütün yörükler varlarını yoklarını silaha yatırmışlardı. Dağılıp da sürüleri rahatça otlatamıyorlardı. Toplu halde olduklarında eşkiya saldıramıyordu. Gençleri Osmanlı zorla askere aldığından obada yaşlılar, kadınlar ve çocuklar vardı sadece. Yağda, Avgadı ve Sorgun'a kalabalık gidiyorlardı. Komşu yörükler de çadırları iyice yaklaştırmışlardı. Mısırlı İbrahim Paşa 'nın Silifke'deki kumandanına haber göndermişlerdi ama henüz ne bir yardım ne de asker geleceğine dair bir haber yoktu.
Güneş batmıştı, akşam serinliği ortalığı hışırdattı hafifçe. Herkes birbirinin adını öğrenmişti, sohbet epey derinleşti.
- Yemek hazırmış ağam, dedi gençten biri.
- Haydi buyurun diye davet etti ihtiyar. İbrikle ellerini yıkarlarken gençten birisi su döktü, küçük bir kız peşkir tuttu hepsine.
Hep beraber sofranın kurulduğu komşu çadıra geçtiler . Kızlar sofraya bazlama, yoğurt, bal ve kavurma getirdiler . Sarı beliklerini omzundan sarkıtmış, çiçek oyalı kırmızı bir yağlıkla başını bağlamış yeşil gözlü genç kızın saçlarının yarısı açıkta idi. Eğilirken sarı beliklerinin bukleli uçları ensesinden sarkan oyalı yağlığın uçları ile beraber savruluyordu. Kavurma tepsisini ortaya koyarken biran göz göze geldiler. Bayılacağını hissetti Murat, zümrüt yeşili gözlerden bir ateş topu çıkıp Murat 'ın yüreğine saplanmıştı sanki. Böyle güzel görmemişti hiç. Hemen başını öne indirdi.
İhtiyar, Murat'ın utandığını anladı,
- Tek evladım bu benim, Hatice, dedi.
- Sağ olasın kızım eline sağlık, diyerek sevgi dolu bakışla kızının arkasından baktı.
- Afiyet olsun, dedi kız yavaşça dönerek .
Murat'ın kafasından bin bir düşünce hızla geçiyordu . Nasıl insanlardı bunlar, kadınların başları neredeyse açıktı, saçları ortadaydı, Kadınlar erkekler bir arada yemeğe oturuyordu hem de yabancı birisi varken. Çok yabancı geldi Murat'a bu gördükleri. Bütün Karaman kadınları peçe içindeydi, kadın erkek bir arada ancak aile içinde bir arada yemek yerlerdi. Utandı, yanlış bir şey yapmamak için bekledi.
- Haydi yiğidim buyur, dedi ihtiyar.
Yemek bitmişti. Erkekler sofradan biraz geri çekildiler, kadınlar sofrayı topluyorlardı ki, çok yakından iki el silah sesi duyuldu, kadınların feryadı kapladı ortalığı. Son çadırdan geliyordu sesler. Beş altı kadar atlı koyun sürüsünün içine girmişlerdi. İkisi attan inip debelenen iki koyunu diğer atlıların kucağına koydular. Diğerleri büyük çadıra doğru at sürüp bir el daha tüfek sıktılar. Herkes dışarı fırladı. Küfürler bağrışmalar toz duman büyük bir kargaşa vardı. Murat birden ihtiyar aşiret reisinin yere düştüğünü gördü, göğsü kan içindeydi, hiç ses çıkarmadan boylu boyunca sırt üstü serilivermişti koca ihtiyar . Murat hemen tüfeğinin birini kavradı, kaçmakta olan eşkiyadan en arkada at koşturan ve kucağında vurdukları koyunlardan birini taşımakta olanına doğrultup tetiğe bastı, eşkiya bağırarak yere yuvarlandı. Öbürleri hızla uzaklaştılar, bu arada aşiretten de arkalarından tüfek sıkanlar oldu. Eşkiyalar tüfek menzilinden çıkıp durdular, birisi bağırmaya başladı.
- Bunu yanınıza bırakmayacam ulan, hepinizi gebertecem, diye bağırarak hızla uzaklaştılar. Eşkiyanın küfürle karışık uzaktan tehdidine bir iki kişi tüfek sıkarak cevap verdi. Aşiretin hemen hepsi ihtiyarın cesedinin başına toplanmıştı, kadınlar feryat figan ediyorlar, çocuklar korku ile bağrışarak ağlıyorlardı. Murat hemen yere yuvarlanan eşkiyanın yanına koştu, elinde çifte namlulu tabancası, omzunda tüfek vardı. Bir solukta vardı yanına, adam ölmüştü. Biraz uzağa yuvarlanmış koyun ise can çekişiyordu. Bıçağını çıkardı, koyunun başını kıbleye çevirip, besmele çekip kesti.
Silah sesine komşu yörükler koşup geldiler . Bir müddet sonra sakinleştiler, oturup durumu değerlendirdiler. Eşkiyanın cenazesini namaz kılmadan biraz uzakta kazdıkları bir çukura gömdüler. İhtiyarınkini sabah defnetmek üzere çadırda sarıp sarmaladılar. Bütün oba ve komşular sabaha kadar büyük bir ateşin etrafında konuşup hal çaresi aramaya çalıştılar. Üç kişiyi olayı anlatsınlar diye Yağdalı köyüne gönderdiler.
Kuşluk vakti Yağdalı'dan on kadar ihtiyar akşam giden üç kişi ile beraber obaya geldiler. Baş sağlığı faslından sonra öğle namazı kılınıp cenaze defnedildi. Topluca bir yemek yendi. Kuran okundu. Komşu Yörükler obalarına, Yağdalılar köylerine döndüler. Murat da atını hazırlamaya gitti. Hatice ile dört ihtiyar Murat'ın peşinden geldiler.
İhtiyarın biri si,
- Acelen yoksa burada birkaç gün daha eğleş yiğidim, dedi.
Murat Hatice'ye baktı, başının döndüğünü hissetti. Kızın ağlamaktan gözleri morarmıştı. Hala elinde bir yazma ile hıçkırıp duruyordu.
Ak sakallı ihtiyar devam etti,
- Gördüğün gibi obamızda eli silah tutacak yiğit kalmadı . Osmanlı geçen sene hepsini ipe bağlayıp zorla askere aldı. Nerelerde olduklarından bile haberimiz yok. Eşkiya bunu bildiğinden durmadan bize musallat oluyor . Rahmetli Sarı Halil'in iki yiğit oğlu da böyle askere alındı. Üç tane tüfeğimiz var topu topu. Bunları da kullanacak sağlam adamımız yok. Bu eşkiya ölü verince tekrar saldırır mutlaka. Birkaç gün eğleş, yedisini yapalım sonra varır gidersin, biz de aşağıdaki yurda göçeceğiz zaten, sen de Kızılgeçit'ten varır gidersin Silifke'ye, dedi.
- Olur, acelem yok, elimden ne gelirse yaparım, dedi Murat
-4-
YANPAR
Cenazenin yedisi dolmadan eşkiya bir baskın daha verdi. İki de ihtiyar öldü çatışmada . Eşkiya yine çekildi, bu sefer de bir ölü bıraktılar geride. Herkesin morali çökmüştü . Komşu obalar da bir araya geliyor ama çözüm üretemiyorlardı . Aşağıyurt'a göçme hazırlıklarına başladılar .
Bir solukta çadırlar sökülüp denkler yapıldı. Kadınlar eşyaları yüzyılların verdiği alışkanlıkla çuvalla ra doldurup develerin iki tarafına bağladılar. Uzun bir yolculuktan sonra Yağdalı 'yı geçip Yanpar dedikleri yere geldiler. Lamos çayı'na yakın kayalık bir plato idi burası. Lamos Çayı yarım saatlik yürüyüş mesafesinde derin bir kanyondan Akdeniz'e doğru akıyordu. Kanyona inmek ve karşı tarafa geçmek için uzun ve kıvrımlı bir yokuşu kat edip Kızılgeçit'e ulaşmak gerekirdi.
Göç için toplanırken ve Yanpar'a yerleşilirken Hatice ile Murat epeyi yakınlaştılar. Oba yaşamında gizlemek mümkün değildi böyle şeyleri. Bir bakış, bir dokunuş dahi bütün hikayeyi sergileyebilirdi.
Yörükler Murat'ı hemen benimsediler. Uzun boyu, sarı saçları, çakır gözleri, geniş omuzları ile güven veren bir tipi vardı zaten.
Sarı Halil'in elli ikisi çıkınca Murat'la Hatice'yi everdiler. Düğün yapılmadı, mevlid ve kuran okundu. Birkaç davar kesip misafirlere kavurma ziyafeti çektiler.
Ertesi gün akşamüzeri eşkiya intikam için tekrar saldırdı. Bütün oba halkı bekliyordu baskını. Epeydir eşkiyada kıpırdanma vardı. Hepsi hissediyordu bunu . Çatışma uzun sü rdü. Eşkiya kayıp verdi ama başlarını öldüremediler. Hatice çok metanetliydi, tam babasının kızıydı, erkeklerle beraber çarpıştı .
Murat omzundan bir kurşun yedi. Fakat hiç sesini çıkarmadığı için yaralandığını çok sonra anladılar. Her çatışmada kendini vurulmaya hazırlayan Murat, oba halkının moralini bozup panikletmemek için gıkını bile çıkarmamıştı .
Eşkiya geri çekildiğinde Murat yarasını sarmalarını istedi. Hatice yarayı sarıp sarmalarken,
- Bu işe bir son verelim, hepimizi öldürecekler, dedi.
-Benim peşimdeler, verdikleri kayıpların sebebi olarak beni görüyorlar, dedi Murat.
Gerçekten de Murat olmasa idi, aşiretin başına gelecekleri düşünmek bile korkunçtu. Avcı olmanın kazandırdığı tecrübe ile attığını vuruyor, silahları çok çabuk dolduruyordu. Kadın erkek işe yarar herkese ve Hatice'ye de silah kullanmasını nişan almasını öğretmişti. Eşkiya bunun farkında idi. Murat hem yiğitliği, hem de Hatice ile evli olması sebebi ile adı konmadan, ilan edilmeden aşiret reisi oluvermişti. Herkes öyle davranıyordu. Obanın bütün yetişkinlerini topladı Murat,
- Ben yardım çağıracağım, dedi.
- Kimimiz var ki ,dedi birisi.
Murat mecburen bütün hikayesini anlattı onlara. Uzun bir sessizlik oldu.
- İsa ağamdan yardım isteyeceğim, dedi.
Beyaz bir yazmaya çomar'ın başını çizdi. Hatice onun resim yapma becerisine hayran hayran bakıyordu, ilk defa böyle bir şey görüyordu. Yeşil ağu zambağını ezerek biraz yağ ile karıştırıp elde ettiği boya ile düzgün bir kütüğün üzerine gerdiği yazmaya ustalıkla çizdiği resim karşısında hepsi hayranlıkla bakakaldılar. Geldiği yolu iyice tarif ettikten sonra iki kişiyi Karaman'a yolladı.
-Taşkale 'ye kadar geceleri yola alın. Oradan sonra eşkiya yola inmez. Aşiran köyüne yolcu gibi gireceksiniz. Bizimkilerin yurdu Karadağ'ın önündedir. İsa ağam iki günde bir ikindin vakti Aşiran'a gelir. O olduğundan emin olunca anlatırsınız durumu . Yazmayı görünce inanacaktır size, ne söylerse yaparsınız sonra.
Beş gün sonra, on kadar atlı pürsilah adam Yanpar'da idi. Omuzu sargılar içinde ayakta karşıladı abisini Murat. Sarılıp ağlaştılar.
- Hatice bu. Hanımımız, aşiretin başıdır, dedi abisine .
İsa şaşkındı. Bir yandan hanımdan, hem de gencecik güzel bir kızdan aşiret reisi nasıl olur diye düşünürken, diğer yandan hayretini ifade eden bir iki laf etti, kimse anlamadı ama Murat anladı abisinin hissettiklerini.
- Bunlarda töre böyle, erkek evlat kalmayınca oba başının kızını baş yapıyorlar, ağabeyleri dönünceye kadar vaziyeti idare edeceğiz, dedi Murat.
- Hayırlısı neyse, o olsun, gençlere ne oldu ? diye sordu İsa.
Murat,
- Buralarda durum içler acısı ağam, devletin zulmü ezmiş buraları.
Ayan asker toplamak için köylere baskın yaparmış, öyle köyler varmış ki içinde çalışabilir kimse kalmamış. Köylerdeki halk dağlara kaçmaya başlamış. Kaçanların peşinden köpekler salarak kovalamışlar, tuttukları çocukları, sakatları bile uzun iplere sıralama bağlamışlar . Evli olsun bekar olsun milletin gençleri yakalanıp kelepçelenmiş, bit ve pislik içinde ahırlara kapatılmışlar. Yeteri kadar adam toplanınca da deniz kıyısındaki kasabalara götürülüp gemilerle İstanbul'a götürüyorlarmış. Oradan da hayatları boyunca hizmet etmek üzere ordu alaylarına ve harp gemilerine dağıtılıyorlarmış.(2)
- Allah Allah bu ne zulüm be kardaşım böyle. Karaman'da duymadık böyle bir şey, diye hayretle cevapladı İsa.
- Zavallılar, bu yüzden bir türlü çoğalamamışlar, birkaç aile birbirine akraba sadece, diğerleri oradan buradan kaçan garip Türkmenler. Derebeyler sahipsiz bulmuş bu dağın insanını, çoğalan güçlenen aşireti de sürgün etmişler oraya buraya zaten, diye tamamladı Murat.
Hatice öne çıktı,
- Hoş geldin ağam, dedi elini öptü İsa'nın.
Büyük sofra kurdular. Kar güneşinde kurutulup deriye basılmış et, yine güneşte kurutulmuş kiriş dedikleri kuzu bağırsağı gibi özel yörük yemekleri ikram ettiler.
- Yanpar ne demek, diye sordu İsa, yemekten sonra.
Hatice,
- Rahmetli Babam şöyle anlattıydı, diye başladı
- Biz esas Oğuz Boyuyuz. Kimi "Uz" Der, kimi "Oğuz" der, rivayete göre. Altay dağlarında Yanparlu diye bir dağlık yurttan kopup gelmişiz. Yaparlu diyen de varmış bize. Neyse, bize söylenen hikaye budur. Bin yıldır hiç durmadan konar göçermişiz. Torosları mekan tutmuş yirmi kuşak öncesi atalarımız. Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim'le harbe tutuştuğunda, aşiretimiz Yavuz'un tarafında kalmış, ondan elleşmemişler bize.
-5-
GAVURUÇTUĞU YARLARI
Bir hafta içinde komşu Yörüklerin ve Yağdalıların da yardımı ile eşkiyayı Torosların zirvelerindeki Gavuruçtuğu yarlarında, ininde bastılar. Tamamını öldürdüler. Murat yaralı olmasına rağmen iyi işler yaptı baskında. İsa, aşağıya Yanpar'a inmeden helallaşıp Karaman'a geri döndü.
(2) Stefanos Yerasmos. Azgelişmişlik sürecinde Türkiye.S.332
Orada da işler karışıktı. Mustafa'nın ölmesi ve Murat'ın kaybolması ile yalnız kaldığını duyan Karamanoğlu sülalesi topraklarına ve hayvanlarına göz dikmişti. Eski bir husumeti bahane edip tehditler gönderiyordu. Yeni doğmuş erkek bebesi vardı, oyalanmadı.
Eşkiya başının kafasını kesip bir bal tulumuna koydular, Yağdalı köyüne hareket ettiler. Maksat eşkiyanın temizlendiğini herkese gösterip rahatlatmaktı.Köye vardıklarında ikisi atlı on kadar askerin gelmiş olduğunu duydular. İbrahim Paşa'nın Silifke'deki komutanı eşkıyanın yaptıklarını duymuş ve nihayet asker gönderebilmişti.
Askerin başındaki çavuş çat pat Türkçe bilen bir Arap'tı. Murat'ı hararetle tebrik etti. Büyük bir yükten kurtarmıştı onu. Çünkü buraya gönderilmelerinin sebebi bu eşkiya idi. Murat bir anda efsane oldu. İsa, kimseye görünmeden geri döndüğü için olay yörükler arasında kulaktan kulağa yayılırken eşkiyanın yok edilmesi Murat ve Yanparlıların zaferi olarak söylendi. Çavuş eşkıyanın başını da alıp Silifke'ye karargaha geri döndü. Bir ay kadar sonra Murat 'ı Silifke'ye çağırdılar .
Karargah kumandanı, Murat'ı dikkatle dinledi. Yanında çavuş, Hatice ve iki ihtiyar daha vardı .
- Aşiretin reisi bu hanımmış, öyle mi ?
- He kumandanım, benim de hanımımdır hem de.
- Allah Allah , diyerek hayretle başını salladı kumandan. Ben anlamam, dedi hiddetle. Karı kısmıyla uğraştırmayın beni.
İkramiye olarak bir küçük kese altın verdi Murat'a. Ayrıca üç yeni tüfek ve mühimmat vermelerini tembihledi Çavuş'a.
- Bundan böyle köyünüzde, yaylanızda, civarınızda halka zulüm eden olursa bize hemen haber verin. Oralarda yerleşecek fazla askerim yok, şimdilik, on asker bir ay Yağdalı'da kalacak. İaşesi ibadesi size ait. Bize güvenip bu seferde sen halka zulüm etme. Buralara gelip çeltik ekmek isteyen olursa gönderin. Tarla vereceğiz, saban, öküz vereceğiz. İbrahim Paşa yeni padişahtır. Fermanı vardır. Öşür, ağnam resmi, haraç alınmayacak. Sadece askerin yemesi size ait. İleride gerekirse at, deve isteriz gönderirsin. Allah yardımcınız olsun, dedi çıktı odadan. Daha sonra başka bir kumandan
ve çavuş üçü biraz daha konuştular. Murat'a İbrahim Paşa'yı, Mısır ordusunu, Beylan Savaşı'nı anlattılar. Çavuş ve iki askerle birlikte Yağdalı'ya döndüler.
-6-
VEBA
Yanparlılar, Murat'ın katılmasından sonra Harfilli, Sorgun ve Kır arasında göçerlik yaparak altı yıl geçirdiler. Murat ilk oğluna kayınbabasının adı olan Halil ismini verdi. İkinci oğlunun adının İsa olmasını Hatice istedi. Minnetli hissetti hep kendini İsa'ya.
1840 yılının aşırı kurak geçen güz mevsimi sonunda Yanpar'da yerleşmişken bir kızları doğdu, ona da Hatice'nin anasının adını koydular, Fatma.
Kuraklık kasıp kavurmuştu ortalığı. Bir yıldır doğru dürüst yağmur kar yağmamıştı. Lamos Çayı bile kurumuştu. Hayvanlar kırılmaktaydı. Fatma'nın kırkı yeni çıkmıştı ki, felaket geldi. Yörüklere kıran (3) girmişti ve hızla etrafa yayılıyordu.
Önce Fatma bebek kurban gitti meşum hastalığa, daha çok çocuklar dayanamadı, çok zaiyat verdiler. Henüz beş yaşındaki İsa'nın ölümü ile yıkıldılar.
- Göçelim, dedi Murat, Hatice'ye.
- Nasıl göçeriz, kimsede hal yok, hayvanlar kırılıyor. Bir yudum temiz
su yok.
Aşireti topladı Murat.
- Buradan göçelim. İbrahim Paşa Tarsus tarafında rençperlik yapacak olanlara tarla ve mera veriyormuş. Geçen Silifke'de söylediler.
O tarafta pek sinek yokmuş, pek sıcak da değilmiş. Siz toplanın, ben aşağıya inip kumandanla konuşayım bize yol yordam göstersin.
Yanına iki kişi alıp hızla Silifke'ye hareket etti. Kasabada bir gariplik vardı. Sokaklarda kimse görünmüyordu.
' (3)Veba
Hızla atını ırmak kenarındaki karargaha sürdü. Irmak kurumuştu, çakıl taşlarının üzerinde hayvan leşleri vardı. Ortalık sinekten geçilmiyordu, mide bulandırıcı bir koku sarmıştı bütün kasabayı.
Karargah binasına girdi, bir asker yere uzanmış uyukluyordu . Kumandan nerde diye sordu, üst katı gösterdi asker. Üst kata çıktığında manzara feciydi, Her odada üç beş asker hasta yatıyordu. Kumandanı buldu ama kumandanın konuşacak takati yoktu. Bir çavuş geldi yanına,
- Akşama çıkmaz, dedi.
Murat hızla obaya geri dönmeye karar verdi. Panik içindeydi . Kumandan ölüyordu, herkes ölüyordu.
Çavuş,
- Kaçın buralardan canınızı kurtarın. Ölülerinizi elbise ve eşyalarıyla birlikte derin gömün, bu korkunç bir salgın, oraları da terk edin, yoksa hepiniz ölürsünüz, demişti. Yanpar 'a vardıklarında durum daha vahim bir hal almıştı. Ölüler çoğalmıştı ama göç hazırdı. Cenazeleri yıkamadan elbiseleriyle defnedip yola koyuldular.
Herkesin ortak kararı ile dağlardan gitmeye karar verdiler. Aşağı ovaya inip sıcak ve kuraklıkla mücadele etmeyi kimse göze alamı yordu. Zaten otuz kişi kadar kalmışlardı. Hastaları develerin üzerine sal yapıp bağlıyorlardı. Çocuklar ve kadınlar atlara ve eşeklere binmişti. Sağlam erkekler ise koyunların ardında ve yanlarda yaya olarak yürüyorlardı.
Göçe kalka sekiz gün yol aldılar . Sorgun üzerinden Tepeköy, Efrenk(4) yönüne oradan da Tırtar'a vardılar. Mucize gerçekleşti ve yolda hiç kayıp vermediler. Hastalar biraz daha iyileşti. Tırtar düzlüğünde başka yörüklerle karşılaştılar. Korkunç hikayeler anlatılıyordu, bazı köylerde cenazeleri kaldıracak adam kalmamıştı, ölüleri köpeklerin yediğini söylüyorlardı. Herkes bir birinden korkuyordu, hastalık bulaşır diye kimse yabancılarla temas kurmak istemiyordu .
İbrahim Paşa'nın askerlerinin Tarsus'u boşalttığı ve Mısır'a geri dönmeye başladıkları söylenmeye başlamıştı etrafta. Murat, Tırtar
(4) Arslanköy
düzlüğünde diğer yörüklerden hayli uzak bir yere bir pınar başına göçü kondurdu . Etrafa, görünür yerlere silahlı birkaç adam koydu ki herkes silahları görsün güçlerini anlasın, yaklaşmasın diye.
Birkaç ay içinde kışın sonlarına doğru Murat aşağıya bir çok defa inerek düzeni iyice anladı. Puğ-Karacadağ tarafında boş sahipsiz araziler vardı. Karamanlı Ali ve Toroğlu ile Deliçay'da bir değirmende tesadüfen tanıştılar. Hemen yakınlık gösterdiler, sahip çıktılar Murat'a. Namını duymuşlardı zaten . Güçlü kuvvetli ve güvenilir birisine çok ihtiyaçları vardı. Ortalıkta eşkiya türemişti yeniden.
Tarsus-Ereğli - Karaman yolu, Burhan, Uzunkuyu, Karacadağ, Hebilli üzerinden Tırtar'a oradan da Kaş'ı tırmanıp Hüyük alanı Bulgarsuyu üzerinden Ayrancı'ya ulaşan işlek bir kervan yolu idi. Yol eşkıya kaynıyordu . Yörükler İbrahim Paşa'nın Ermeni'lerden boşalttığı tarla ve meralara yerleşiyorlardı ama eşkiya rahat vermiyordu . Karamanlı Ali ve Toroğlu'nun yardımları ile Murat, Karacadağ ile Uzunkuyu arasına yerleşti. Karamanlı olduğu anlaşılınca diğer yörüklerle de akraba gibi olmuşlardı hemen. Birbirlerine sonsuz güven duyarak sürülerini rahatça otlatmaya başladılar. Murat ilk çadırları Karacadağ'a kurduktan üç ay kadar sonra beş çadırı da Uzunkuyu'da kuyunun başına kurdu. Karamanlı Ali'nin ve Toroğlu'nun halkı ise Huğ denilen sazdan ve kamıştan yapılmış kulübelerde yaşıyorlardı. Zamanla köy büyüdü ve kerpiç evler yapılmaya başlayınca da buraya artık Huğdan kurtulmalarının anısına Puğ dediler .
-7-
YENİ YANPAR
Murat'ın Puğ-Karcadağ'da iki oğlu daha oldu. Birine Hatice'nin rahmetli ağabeyinin adını verdiler, Durmuş. Diğerinin adını Karamanlı Ali koydu.
- Recep olsun, mübarek Recep ayında doğdu, dedi.
İki ailenin güç birliği öyle bir yayılmıştı ki etrafa, her köyü, obayı basan eşkiya bunlara hiç dokunmadı.
Yıllar sonra yavaş yavaş aileler büyümeye başladı. Kız alıp vermeler oldu. Düğünler cenazeler oldu. Çocuklar büyümüş, delikanlı olmuşlar, sürtüşmeler çıkmaya başlamıştı. Bir tatsızlık çıkması an meselesiydi. Artık sürülerin ayrılma vakti geldiğini ikisi de anlamışlardı. Karamanlı Ali büyüklüğünü gösterdi ama Murat'a yüzü tutmadı. Hatice'ye söyledi,
- Gelinim, sürüden istediğinizi alın gayri vakit gelmiştir, dedi,
- Olur ağam, sağol dedi Hatice.
Bunca yıllık beraberlik iki cümle ile bitmişti.
Hemen o ikindin koyunlar sağıma girerken hiç konuşmadan sürüyü ikiye böldüler . Üç dört aile orada kaldı, gelmek istemediler. Onların da sürülerini ayırdılar. Her kes paylaşmadan memnundu , helalaştılar. Araziler zaten ayrı idi. Artık sadece Hatice'nin yakın akrabaları kalmıştı yanlarında.
Gece sürüyü Kesikköprü'den geçirdiler. Murat ve ailesi Karacağ'dan Uzunkuyu 'ya taşındı. Bir iki huğ yaptılar. Keçe çadırlarının sayısı yirmi kadar olmuştu. Sürü için yer hazırdı. Aşiretin büyük kısmı orada yaşıyordu. İki sene kadar Uzunkuyu'da ikamet ettiler. Bir gece eşkiya baskın verdi . Çatışma çıktı. Delikanlılardan biri yaralandı .
Eşkıya çadırları ateşe verdi, direkleri huğları yıktı. Yağ peynir kumaş ne varsa yağmaladılar. Gençlerin çoğu koyunları gece otlattığından aşiret çok kalabalık değildi. Eşkıya, talandan memnun kalmadı ki, yine geleceğini haykırarak uzaklaştı. Murat herkesi topladı. Buraların ovalık ve düzlük olmasının mahzurlarının ortaya çıktığını anlattı.
- Koyun iyi yayılıyor ama eşkiyayı, geleni gideni göremiyoruz. Dere çok yakın. Hep basacaklar bizi, canımızı zor kurtardık, yükseklere çıkmalıyız, diye ikna etti hepsini.
Sabah toparlandılar. Öğlene doğru çam ormanını aştılar ve tepelik bir yere geldiler. Püfür püfür esiyordu. Tepenin hemen aşağısında bir pınar vardı. Tepe geldikleri boğaza hakimdi.
Dört bir yanı rahatça görüyorlardı. Bir badem ağacı çiçeklere bezenmişti. Hatice badem ağacının gövdesine sarıldı, uzaklara daldı gitti.
- Yanpar Bayamlığı'nı mı andın hanım, dedi Murat,
- Hiç aklımdan çıkmadı ki, buraya konalım, dedi Hatice. Konalım da hiç gitmeyelim. Bıktım gayri, diye ilave etti ve gözlerinden yaşlar boşandı.
- Köyümüzü buraya kuralım, Yeni Yanpar'ımız olsun burası, burada çoğalalım, dedi hıçkırıklarla. Rüzgar püren kokularını Melemez'den üstlerine doğru estirdi. Murat'ın da gözleri dolmuştu .
- Burası Yanpar olsun hanım, dedi.
-8-
TÜRBESİ CAMİDE
Murat ile Hatice'nin İbrahim (5) ve Ahmet adını verdikleri iki oğlu ve Zarif adını verdikleri bir kızları daha oldu. Murat yakındaki Ermenilerle sürülerini değiştirerek arazilerini genişletti. Pamuk ve buğday ziraati ile daha çok uğraşmaya başladı. Hatice kendilerine yetecek kadar koyun kalmasını istedi. Tarla işi için inek, öküz ve at beslemek gerekiyordu ve bunları beslemek koyunculuktan daha kolaydı. Artık tam yerleşik düzene geçmişlerdi.
Yıllar akıp geçti. Murat köyün merkezine güzel bir cami yaptırdı. Hacca gitti. Kendisi uzun yıllar "Hacı Murat " olarak, ailesine mensup kişiler de "Hacı Muratlı" adıyla anıldı.
Karaman ile ilişkisini kesmedi. Çocuklarını sık sık Aşiran'a akraba ziyaretine gönderdi. Çok gururlu bir adamdı. Hiçbir zaman orada bırakıp geldiği otuz dört bin dönüm arazi ve binlerce koyundan miras hakkı talep etmedi. Çocuklarının da bu konuda konuşmasını istemedi. Sonraki nesiller onun bu isteğine hep saygı duydular .
(5) Yanparlı Hüseyin Efendi ' nin babası
Önce Hatice öldü. Hacı Murat bu acıya fazla dayanamadı, 1900 yılında o da vefat etti. Murat'ın cenazesini, yaptırdığı caminin içine gömdüler, türbe yaptılar.
1944 yılına kadar köylü caminin içindeki türbenin arkasında namaz kıldı. Bu tarihlerde çıkan hükümet kararı gereği türbeler ya camilerin dışına alınacak ya da müze yapılacaktı. Hacı Murat'ın kemiklerini bir torbaya toplayıp köy mezarlığına defnettiler ve türbeyi yıktılar. Fakat yeni mezarın üzerine isim yazmayı hiç biri akıl edemedi. Mezar taşına isim yazma gibi bir gelenekleri de yoktu zaten. En büyük atalarının mezarının yerinin kaybolacağını hiç biri düşünemedi.
Ruhu şad olsun.
Murat YANPAR Yeminli Mali Müşavir Mersin, Eylül-2007
III
YANPARLI HÜSEYİN EFENDİ
Mücahit
Kuvayi Milliye ve Müdafai Hukuk Cemiyeti İdare Meclisi Azası
Hüseyin YANPAR’ın hayatından kesitler (1878-1963)
1878 yılında Yanpar, merkezdeki eski kuyunun etrafına dağılmış, taş duvarlı genelde iki katlı toprak damlı evlerden meydana gelmiş klasik bir Türk köyü idi. Hacı Murat ile birlikte Uzunkuyu’dan göçüp gelerek köyü kuran ailelerin bir kısmı Puğ’dan ve Karacadağ’dan gelenlerdi.
Hacı Murat ile birlikte eski Yanpar(1) tarafından gelen üç beş aile vardı. Sürülerin zarar vermemesi için Melemez tarafındaki dereye yakın Ermeni çiftliğine fazla yaklaşmadan geniş avlular çevirerek, püren çalıları ve çam ağaçlarından meydana gelmiş koruluğun ortasındaki eski kuyunun etrafına yerleşmişlerdi. Hacı Murat daha sonra sürünün tamamını Ermenilere satarak onlardan köyün arkasındaki Ayaş mevkiinden ve Batıdaki Kızılalan’dan , güneydeki Aktepe’den Uzunkuyu’ya kadar olan arazileri satın almıştı.
Yanpar soyunun başlangıcı olarak kabul ettiğimiz Hacı Murat’ın, 1825-1835 yılları arasında Karaman’ın Aşiran Köyünden talihsiz bir kaza sonucunda kardeşinin ölümüne sebebiyet verdiğini ve oradan kaçarak, Yeşildere, Taşkale üzerinden Toros’ları aşarak şimdiki Albeyli (Erdemli) civarında Yanpar aşireti ile karşılaşıp, onlardan Hatice ile evlenip sonra da aşiretin başına geçtiğini biliyoruz. Hacı Murat aşiretini veba salgını yüzünden Puğ Köyüne getirmişti. Hacı Murat’ın çocuklarını anımsayalım.
Mehmet, (Hacı) Durmuş, Recep, (Hacı) İbrahim, (Hacı)Ahmet, Zarif.
(1) Erdemli’nin 45 Km kuzeyinde Albeyli köyü
Yanpar'lı Hüseyin Efendi, Hacı Murat'ın ortanca oğullarından Hacı İbrahim'in büyük oğlu olarak Yanpar'da 1878 yılında dünyaya geldi.
Annesini kaybettiğinde henüz üç aylık bebekti Babasının hanımlardan yana hiç şansı yoktu, tam altı defa evlenmişti. Beş hanımı da maalesef erkenden öldüler. Kardeşleri, farklı annelerden Elif, Murat , Tevfik, Münir, Şakire ve Fadime idi. Tevfik ve Münir genç öldüler. Hacı İbrahim'in son karısı Yalınayaklı "Kemik Nene"yi çocukların tamamı ana olarak bildiler. Çocukların hemen hemen hepsini Kemik Nene büyüttü diyebiliriz.
Ailede kuzenler arasında akraba evlilikleri çok sık yapıldı. Ailenin birçok ferdi Tarsus'ta yerleşti. Mesela Hacı Murat'ın oğullarından Recep ve Hacı İbrahim de son hanımlarından dolayı Tarsus'ta ikamet etmekteydiler.
Hacı İbrahim'in oğullarından Murat, kardeşi Yanpar'lı Hüseyin'e inat olsun diye soyadı kanunu çıkınca Yanpar soyadını almadı , gitti "Toker" diye bir soyadı seçti. İki karısı da desteklemişti bu tutumunu. Murat'ın hikayesi ilginçtir. Önce Hacı Muratlı kabilesinden yani Yanpar'lılardan Omar Çavuş'un kızı Kara Ayşe ile evlendi. Uzun süre çocukları olmadı. İkinci eşi olacak Fatma 'nın kocası Balkan Savaşından dönmemiş, şehit olduğu haberi gelmişti. Yalınayak yörüklerinden gelin gelmiş olan Fatma'nın çocuğu yoktu, evi ve epeyce malı mülkü vardı. Murat 'a bu kadını kaçırma dediler , o da kabul etti ve birinci hanımdan habersiz evlendiler. Köyde ve kabilede, yasaların müsaade etmesine rağmen çok eşlilik revaçta değildi, ayıplanırdı. Fakat Kara Ayşe sonradan durumu öğrendi ve kabullendi. Yeni evliler Fatma'nın evine yerleştiler. Arkadan Kara Ayşe de taşındı aynı eve, kumalar aynı evde yaşamaya başladılar. Hilmi, Makbule ve Sevgili Annem Hatice bu ikinci hanımındandır, dolayısıyla bütün Yalıkayak köyü bize annem tarafından akrabadır. Sonradan ne olduysa Kara Ayşe iyileşti ve hamile kaldı. Üç çocuk da ilk hanımı Kara Ayşe'den oldu. Naciye, Mustafa Toker ve
Emine. İkinci hanımdan son doğan Hatice ile ilk hanımından olan ilk çocuk Naciye arasında bir seneden daha az zaman vardır. Hanımlar birbirleriye çok iyi geçindiler. Köyde herkes merakla sorardı Murat Toker'e,
- Hacı Ağa nasıl ikisini bir arada kavga dövüş olmadan tutabiliyorsun ?
- Ben bir şey yapmıyorum, karılar iyi çıktı, derdi.
Murat iki hanıma dayanamayıp öldüğünde Emine iki yaşında ya vardı ya yoktu. Cenazesinin elli ikisi mevlidi okunduktan sonra, yaşadıkları evin sahibi ikinci hanım olduğundan, Kara Ayşe çocuklarını da aldı baba evine döndü.
-2-
ÇOCUKLUGU
Hüseyin Efendi'nin çok zeki bir çocuk olduğu beş yaşındayken köyün hocası tarafından keşfedildi. Okuma yazma ve bazı temel bilgiler o devirde camide verilirdi. Daha sonra babası onu Tarsus Rüştüyesi'ne gönderdi. Rüştüye üçüncü sınıfa geldiklerinde mezuniyetlerine çok az bir zaman kala Doğu Anadolu'daki Sason Ermeni isyanı ve kuzeydeki Rus tehdidine karşı seferberlik ilan edildiğinden okullar tatil edilerek yaşı büyük olanlar Osmaniye'de kışlaya alındı. Yaşı küçük olanlar ise evlerine gönderildi. Hüseyin evlerine gönderilenlerin arasındaydı. Daha sonra askerlik çağı geldiğinde bedelli askerlikten yararlandığı söylenmektedir.
16 yaşına geldiğinde babası "bir ayağım çukurda" diyerek Hüseyin'i aynı köyden Hacı Halil'in kızı Fadime ile evlendirdi. Fadime karınca gibiydi. Kısa boylu, sarışın, yeşil gözlü, fırtına gibi bir gelindi. Elinden bir uçan bir de kaçan kurtulurdu . Her iki senede bir olmak üzere toplam on üç kez doğurdu. Sıdıka, Tevfik, Emine, Atiye, Hacıali, İbrahim, Naci, Halil, Hatice, Nezihe bildiklerimiz. Erken ölenlerin isimlerini bilemiyoruz maalesef.
Fadime'nin babası Hacı Halil aileden varlıklı ve saygın bir adamdı. Bu aile Karaman asıllı olup, Puğ Karacadağ'dan gelip Yanpar'a yerleşmiştir. Öldüğünde arazilerinden başka bir teneke de altın miras bırakmıştı. Bir oğlu, yani Yanpar'lı Hüseyin'in kayın biraderi Yusuf (Uz)'dur. Bunun kızı Dudu'nun oğlu meşhur Öğretmen Kara Halil Süllüoğlu 'dur.
Hacı Halil'in diğer bir oğlu ise, Küçük Bey (İsmail Uz) denilen yiğit ve dürüst adamdı. Kurtuluş savaşında büyük işler yapmıştı.
Hacı Halil'in Fadime, Osman, Durdu ve Kahya Mehmet adında üç çocuğu daha vardı. Kahya Mehmet, Meşhur Beşir Ağa'nın babasıdır, Nuh Uz ve Eczacı İbrahim Uz, Beşir ağanın çocuklarıdır. Bu kardeşlerden, Küçük Bey, Yusuf ve Kahya Mehmet; külhan bey, kumarı , kadınları ve içkiyi seven babayiğitlerdi. Köydeki anlatıma göre, Tarsus 'tan başı açık, topuz saçlı kadın getirip sinide oynatırlardı. Köylü de şimdiki kadar muhafazakar değildi, tek muhafazakar belki de Hüseyin Efendi idi. Amcası Hoca Ahmet Efendi'nin cuma namazı için cemaat bulamadığı zamanlar çok olmuştu. Hatta harçlık vaat ederek işi gücü olmayanları camiye çağırdığı bile olurdu.
Dayılarının yeni yetişip gelen oğlu Tevfik'i de aralarına almalarına Hüseyin Efendi çok bozuluyordu. Çok sık ve sert tartışmalar geçti aralarında. Hatta Tevfik'in eline silah verip Hüseyin Efendi'nin evine sıktırdıkları da rivayet olunur.
Hüseyin Efendi, kız kardeşi Şakire'yi, Yanpar'daki evin bitişiğinde oturan Koca Hasan'a verdi. (Şimdi Fuat Yanpar'ın oturduğu evin batısındaki kısım) Koca Hasan bir müddet sonra öldü. Ev Şakire'ye kaldı. Bu sefer de Lafçı Yusuf'a verdi kadıncağızı. Daha sonra hem Yusuf hem de Şakire arka arkaya
çocukları olmadan öldüler, ev ve arsası Hüseyin Efendi'ye kaldı.
-3-
KÜRKÇÜ'YE YERLEŞİYOR
Hüseyin Efendi'nin en küçük kız kardeşini, adını vermeyeceğimiz amcasının çocuklarından evli barklı, sonradan Hac'a da gitmiş sofu geçinen birisi hamile bıraktı. Hüseyin, kız kardeşine zorla söyletti tecavüz edenin kim olduğunu. Gidip yakasına yapıştı adamın.
- Bunu nikahına alacaksın, dedi.
Oralı bile olmadı amca oğlu, yanında da kardeşi vardı, dik dik baktılar sadece. Hemen karısını ve çocuklarını Burhan'a götürüp Hacı Molla Akkızoğlu'na teslim etti.
- Ben bu şerefsizi de ona arka çıkan gardaşını da vuracağım, karım size emanet, dedi.
Hacı Molla Akkızoğlu'na kayınbiraderlerinden daha çok güvenirdi. Gudubes ve Andon'da o sıralarda tehcir nedeniyle göç etmek zorunda kalan Ermenilerden beraber hareket ederek tarla satın almışlar, temel komşusu olmuşlar, bir takım tehlikelere beraberce atılmışlardı. Birbirlerinin sırdaşı ve yoldaşı idiler. Akkızoğlu ona sezdirmeden Şıh Hoca'yı acele Yanpar'a, malum kişilere gönderdi.
- Aman bir delilik yapmasınlar, kızı alsınlar yoksa Yanparlı ikisini de vuracak, diye haber uçurdu.
Yanparlı köye dörtnala dönerken yolda köyün birkaç ileri geleni karşıladı.
- Tamam, kızı gönder nikah kıyılacak, dediler.
Nikah kıyılıp, kız sesiz sedasız, kuma olarak, hamile vaziyette amca oğluna
gelin gitti. Fakat Hüseyin Efendi artık gururuna yedirip Yanpar'da kalamazdı. Burhan'da kalmaya başladı.
Yanpar'dan göç etmesinin asıl nedeni budur. Bazıları kayınbiraderleriyle anlaşmazlığa düştüğünü söylerlerse de, utanç verici bu olayın unutulması için olayın aslı fazla anlatılmamıştır.
Talihsiz gelin (Hüseyin Efendi'nin kız kardeşi) kuma gittiği evde hemen her gün dayak yedi. Doğum sırasında hem bebek hem de gelin öldü. Rivayet edenlerin yalancısıyız, umarız yanlıştır, doğumdan bir gün önce de kıyasıya dayak atıldığı söylenir.
Yanpar'dan yola çıkıp yedi kilometre mesafede bulunan tarlalara her gün at koşturmak zor geliyordu. Bir sürü vakit kaybediyordu. Kütlü pamuk üretimi hızlandığından Yanpar'a dört km mesafedeki Kürkçü'de büyükçe bir çiftlik yaptırmaya başladı. Kürkçü'de çiftlik yaptırmaya karar vermeden önce Karacailyas'da tam tren istasyonunun karşısında on dönüm kadar bir yer almıştı. Oraya çiftlik yapmaya niyetliydi. Ama sürekli akıl danıştığı Kadı Tahsin Efendi (Okan Merzeci'nin dedesi) ve Akkızoğlu , " Ne yapacaksın Alevi Arapların içinde, cami bile yok orada, gel Kürkçü'ye yerleş, hem Burhan'a bize yakın olursun hem de tarlalarına yakın olursun" diye ikna etmişlerdi.
Yanpar'daki evinde yeni evlendirmiş olduğu oğlu Tevfik'i bıraktı. Tevfik çok gençti evlendiğinde. Karısı Meryem gelin gerdek gecesi, dışarısı çok soğuk diye odasına çok sevdiği av köpeğini de aldığını anlatmıştı. Yaşı küçüktü ama avcılıkta üstüne yoktu. At koştururken uçar kuşu vurmasıyla ün salmıştı. Bütün boş vaktini av yaparak geçirmekteydi. Babası Kürkçü'ye yerleşince Yanpar'daki arazilerin ekilip biçilmesi işi genç Tevfik'in üzerine kaldı. Babasının namını da yürütüyordu, kimseye pabuç bırakmazdı. Meryem'e göz koymuştu ama Meryem böyle kabadayı ve hovarda birine
varmak istemedi, ailesi de vermek istemedi. Meryem'i Yörük Abdullah ile nişanladılar. Bunu hazmedecek adam değildi tabii ki Tevfik. Yoksa dayılarının (Hacı Halil Yusuf, Küçük Beğ, Kahya Mehmet) yüzüne bakamazdı. Yörük Abdullah 'ın büyükçe bir koyun sürüsü vardı. Tevfik önce adamın köpeklerini vurdu, sonra Abdullah'ı bir tenhada kıstırıp bıçağını boğazına dayadı.
- Hemen bozacaksın nişanı yoksa gebertirim seni, diyerek tehdit etti. Abdullah hemen nişanı attı. Bir müddet sonra Meryem ile Tevfik'in düğünü yapıldı. Meryem Abacı yörüklerinden ufak tefek bir kızdı. Ama çok çalışkandı. At üstünde, kocaman koyun ve inek sürüsünü tek başına Ayaş, Kızılalan taraflarına götürür getirirdi. Hatta çocuklarından birini attan inerken şalvarının içine doğurduğu söylenir.
Tevfik ile Meryem'in çocuklarından Murat, henüz delikanlı iken, 1952 yılında, Naci'nin oğlu Yıldırım ve birkaç arkadaşı ile üzüm hasadı zamanı traktör kazası geçirerek ağır yaralandı. Hilmi Toker'in (Tevfik'in amcaoğlu ve benim dayım) şoförü olduğu, üzüm seferi yapan kamyonu ile Mersin 'e Devlet Hastanesine yetiştirdiler. Diğerleri hafif yaralanmıştı ama Murat' ın omurgası kırıktı. İki gün sonra kaybettiler.
-4-
ÖŞÜRCÜ
Yanpar'lı Hüseyin Efendi'nin babası Hacı İbrahim'e babası Hacı Murat'tan Yanpar'da hatırı sayılır büyüklükte arazi kalmıştı. Hacı İbrahim de mal varlığını çoğaltarak çocuklarına iyi miras bıraktı. Hüseyin zaten zeki ve çalışkan birisi olduğundan daha babasının sağlığında Kürkçü ile Karacailyas ve Gudubes Kalesi arasında araziler satın almış ve kütlü (pamuk) üretimine başlamıştı. Ürün şimdiki Akala cinsi değildi. "Yerli Koza" denilen sert kabuklu zor açan zahmetli bir cinsti. Ürün zorla bir sefer açar sonra mazak denilen kozalaklar toplanıp damlarda açmaya bırakılır ve işçiler tarafından günlerce şiflerinden ayıklanırdı. Bütün Kürkçü halkı Hüseyin Efendi'nin tarlalarında çalışırdı.
Hüseyin Efendi ücreti yüksek öder, haksızlık yapmaz, yemeği kaliteli verirdi. lrgat mutlu olsun diye Kürkçü'de yaptırdığı yeni çiftliğe taş fırın bile ilave ettirmişti. Burada ırgata her gün taze tayın somunu pişirilirdi. Hüseyin Efendi'nin ırgat idaresi konusunda prensibi "Ağalık vermekle, efelik vurmakla olur" şeklindeydi. Sürekli olarak tarla almak arzusunda olduğundan, parası hiç olmazdı. Ömrü boyunca büyük arazilere sahip olmuş fakat bolca nakit paraya asla sahip olamamıştır. Bunun sebeplerinden birisi de kütlü pamuk üretim ve ticaret sisteminin çiftçinin çok fazla kar etmesine izin vermemesindendi. Alıcılar bir tekel oluşturduğundan yani pazarda rekabet olmadığı için bütün çiftçiler en düşük fiyattan mallarını satmak durumundaydılar, kazancı arttırmak için de sürekli olarak topraklarını genişletmek istiyorlardı. Küçük toprak sahiplerinin de üretimden hiç kazanma şansı olmadığından arazi fiyatları da ucuzdu . Üretilen kütlü pamuk develerle veya öküz arabaları ile Tarsus ve Mersin'deki çırçır fabrikalarına veya Levanten tüccarlara taşınırdı.
Hüseyin Efendi her salı Tarsus'a gelişinde rüştüyeden arkadaşı Hafız Ağa'ya uğrar, sohbet ederlerdi. Hafız, Hasan (Karamehmet) ve Mustafa (Karacaslan) üç kardeştiler. Hafız bileğine kuvvetli, akıllı ve varlıklı bir tüccardı. Karısı Burhan Köyünden olduğundan arkadaşlıkları sanki akrabalık gibiydi. Aslen Habeş kökenli olan ataları Mısır'dan Urfa'ya oradan da Tarsus'a göç etmişti. Hafız'ın küçük kardeşi Hasan (Karamehmet) Namrun'da atları ile taşımacılık, hayvan tüccarlığı gibi muhtelif işler yapmıştı. Hafız Ağa bir salı günü heyecanla,
- Gel Hüseyin Efendi sana diyeceklerim var, Sadık Paşa (Eliyeşil) Osmanlı'dan büyük bir iltizam ihalesi aldı. Tarsus ve Mersin'in tamamı. Kendi adamları bu iş için kafi değil. 25-30 ar köy halinde mültezimlere verecek. Beni çağırdı, teklif etti. Benim bu işlere ayıracak vaktim yok. Sağlam güvenilir insanlara vermek istiyorlar. Arazi teminatı da istiyor. Bizim Hasan'ın da düzgün bir işi yok, bekar da daha. Köyde dağda gezebilir. Benim de aklıma ilk sen geldin ağa. Bu işi ortak yapın derim ben.
Hüseyin Efendi bu teklifi hemen kabul etti. Hafız Ağa'nın kefaleti ile ve araziler Sadık Paşa'ya bir protokol ile teminat gösterilerek resmen Osmanlı İmparatorluğu'nun mültezimi sıfatıyla, Hüseyin ve Hasan Efendi yirmi beş köyden öşür(2) toplamaya başladılar.
Osmanlı-Rus savaşından perişan vaziyette çıkan devlet öşür vergisini peşin vergi sistemine dönüştürmüştü. Bu kapsamda İltizam idaresi kurulmuştu. Yani vergi toplama işi özel sektöre devredilmişti. Bir bölgenin yüzde on öşür vergisi tahmin edilerek, ihale ediliyordu.
(2) Öşür; tarımsal üretimin yüzde onu miktarında alınan vergi.
İhaleyi kazanan da peşin olarak devlete vergiyi ödüyor ya da taahhüt ediyor, sonra da Jandarmanın desteği ile köylüden öşür toplanıyordu. Tabii ki toplanan vergi ihaleden fazla olursa devlete fazlasının ödenmesi şart vardı. Mültezim ve öşürcü de yüzde on komisyon karşılığında bu işi yapacaktı. Fakat sistemin gerçekte nasıl çalıştığını hesapların ve kayıtların nasıl tutulduğunu ve nasıl denetlendiğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Osmanlı Devleti'nin vergileri doğru dürüst toplayamayıp, borçlarını ödeyemediğini, yabancı bankerlere ve devletlere borçlanıp sonunda savaşa sürüklenerek parçalandığını düşünürsek, iltizam sisteminin yararlı olmadığını düşünebiliriz.
Hasan Efendi, Hüseyin Efendi'den altı yedi yaş kadar küçüktü ama iyi dost olmuşlardı. Birbirlerine her desteği veriyorlar birbirlerinin işini aksatmıyorlardı. Aralarında büyük bir güven doğmuştu.
Bu mültezimlik yani öşürcülük işi öyle forslu ve itibarlı bir işti ki, en küçük bir itirazda jandarma öşürcünün yardımına koşuyor ve onun otoritesini hakim kılıyordu. Fakat, vergi hiçbir zaman zulümle alınamayacağı için halk tarafından sevilen ve sayılan dürüstlüğünü kanıtlamış Hüseyin Efendi gibi kişiler sisteme dahil edilmekteydi. Öşürcü ekibinin bindiği atları ve koşumlarını bu günün dört çeker lüks arabaları ile kıyaslayabiliriz. Silahları ve giysileri de son derece gösterişli ve saygı uyandırır tarz ve kalitede idi. Atlar koşarken koşumların çıkardığı ses nal seslerine karışır gümüş aksesuarların şakırtısı gelen guruba bir ihtişam verir köylüde saygı ile karışık korku uyandırırdı.
Öşür heyeti genelde dört- beş atlı olurdu. Hüseyin Efendi ve Hasan Efendi'nin yanı sıra jandarma ve katipler de heyette bulunurdu. Bir köye girerlerken atlar rahvan koşuda girer, uzaktan heyetin geldiğini görenler hemen köy meydanında toplanırlardı.
1909 yılında Adana, Bahçe ve Tarsus'ta ki Ermeni ayaklanmalarında Müslüman Türklere yapılan kıyım ve zalimlikler öylesine korkunçtu ki, köylülerin güç birliği yapmasına vesile olmuştu. Hele Mersin'deki Ermenilerin işi azıtarak Ziyapaşa gazinosunda, Çukurova'daki Müslümanların tamamının yok edilmesinin provası gibi bir tiyatro gösterisi yapmaları halkın kenetlenmesini sağlamıştı. Bütün kırgınlıklar unutulmuş ve aklı başında gücü kuvveti yerinde olanlar sürekli olarak teyakkuzda bulunuyor, savunma planları yapıyorlardı.
1915'lere gelindiğinde Ermenilerin planları suya düşmüştü ama bu sayede bir araya gelen Yanparlı Hüseyin, Kürkçü'den Durmuşali Kahya, Burhan'dan Akkızoğlu Hacı Molla üçlüsünün arkadaşlıkları ve yoldaşlıkları ün salmıştı. Hüseyin kır ata, Durmuşali Kahya doru bir ata, Akkızoğlu ise al bir ata biner, tarlaları beraber gezer, köylere beraber at koştururlardı. Akkızoğlu'nu herkes bilir, Burhan Köyü'nün ağasıdır. Durmuşali Kahya da Karakulak'ların (Prof. Dr. Tuğba Yanpar Yelken'in anne tarafı) babaanneleri Havaca'nın babası idi. O da diğer arkadaşları gibi tehcirden göçenlerden Andon ile Köprü arasındaki yerlerden bin dönüm kadar arazi almıştı. Yanparlı Hüseyin efendinin aldığı yerler toplu parça olarak, Güneyi Mersin asfaltı, Doğusu Gudubes Deresi, Batısı Karacailyas Köyü, Kuzeyi ise Akızoğlu'nun aldığı arazilerdi. Akızoğlu da aynı çerçeve içinde Andon mevkiine kadar olan yeri almıştı. Yani kabaca, Mersin Tarsus yolu ile Gudubes deresi ve Kürkçü Köyü Köprüsünde başlayan Fahri Gürani Çifliği ile Karacailyas Köyünün Doğu sınırından Ayşe'nin Kuyusu denilen mevkiiye kadar çekilen bir hattın sınırladığı Yuvanaki Çiftliği (sonradan Mısırlı Çiftliği olarak anıldı) arazisi arasında kalan yaklaşık altı bin dönümlük bütün bölgeyi bu üç arkadaş satın almışlardı.
Hüseyin Efendi vaktinin büyük kısmını köyleri dolaşarak öşür toplamakla ve beyanların doğruluğunu denetlemekle geçiriyordu. Artık köylülerin diğer dertlerini de dinler ve sorunlarını çözer duruma gelmişti. Civar köylerde kimin başı sıkışsa hemen onlara Tarsus veya Mersin'de avukat bulur ya da kendisi işlerini takip ederdi. Yaralama, cinayet, gasp, kız kaçırma, tarla, takım, sürü, mera kavgası köylünün sık sık başına gelen işlerdi. Etrafta okuma yazma bilen hemen hemen hiç kimse olmadığından öşür topladığı köylerde bütün sorunların çözüm odağı Yanparlı Hüseyin Efendi idi. Bu sayede epey tarlayı çok ucuz aldığı olmuştur. Bir çok tarlayı da resmi devir işlemlerini ihmal ederek satın aldığından Cumhuriyet döneminde, yaşı ilerlediğinde geri vermek zorunda kalmıştır. Çanakkale savaşı sırasında köylerde işe yarar erkek kalmadığından halkın bütün sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Hatta Burhan'da bir dedikodu yüzünden köylüyü meydana toplayıp eşi savaşta olan bir kadını sopa ile biraz dövdüğü bile rivayet edilir. Bu uzun öşür toplama yolculukları sonunda Hasan Efendi çoğu kez
Tarsus'a dönemez ve Kürkçü'de çiftlikte aile ile birlikte yatıya kalırdı. Evin en büyük kızı Sıttıka (Sitti) serpilip büyümüştü. Hasan Efendi Sıttıka'ya aşık oldu. Sıttıka'nın bu işten haberi var mıydı bilinmez. Bilinen Hasan Efendi'nin gönlüne düşen ateşle yanıp kavrulduğudur. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir tarafta kader birliği yaptıkları ortağı ve arkadaşı, sert mizacı ile ortalığı kasıp kavuran ve dürüstlüğü ile ün salmış koskoca Yanparlı Hüseyin Efendi, diğer tarafta genç ve güzel Sıttıka'nın gönlüne düşürdüğü ateş.
Çok zeki ve hırslı bir adamdı Hasan Efendi. İstediği her şeyi elde etmişti. Bunu da kolaylıkla başardı. Hüseyin Efendi'nin kıramayacağı ve çok saydığı Hafız Ağa'ya durumu anlattı. Hafız Ağa, kardeşini,
- Bunlar birer köylü oğlum, sen nasıl geçineceksin, şehir, yol yordam bilmezler, kız okula da gitmemiş, diye ikna etmeye çalıştıysa da , Hasan Efendi kararlıydı,
- Ben bu kızı alacağım, diye diretti
Onlar da Allah'ın emriyle Sıttıka'yı istediler. Dillere destan büyük bir düğün yapıldı. Kesilen koyunların haddi hesabı yoktu, yan yana dizilmiş onlarca kazanlarda pişen yemekler beş gün boyunca davetlilere ikram edildi. Bütün köy yatılı misafirleri ağırladı. O zamanlar düğünler pazartesi günü başlardı. Oğlan tarafı ve kız tarafı davul zurna ile pazartesi günü odun toplamaya çıkarlardı. Çünkü cumaya kadar sürecek düğünde o kadar misafire üç öğün yemek pişirmek için öncelikle odun gerekmekteydi. Salı gününden itibaren gündüzleri güreş yapılır ve cirit oynanır, geceleri ise "sin sin" kurulurdu. Cuma günü sabah da gelin alayı gelini alır, oğlan evine götürürdü. Sin sin oyununda, geceleri büyük meydanda yüksekçe bir ateş yakılır, etrafında davul zurna eşliğinde bir erkek dönerken, diğer biri görünmeden onun sırtına eli ile vurmak için koşar, diğeri de yakalanmamak için kaçar ve meydanı terk eder. Bu kez diğeri dönmeye başlar ve kendisini kovalayana yakalanmamaya çalışır. Büyük çıraların karanlığı yırtan alevinde her an gelebilecek olan saldırıyı savuşturmaya hazır olarak, davul zurnanın coşkusuyla, geri geri peşrev ile giderek sin sin dönmenin zevkine doyum olmaz.
Hasan Efendi evlendikten sonra daha çok Tarsus'ta kalmaya başladı. Öşür işlerinin idaresini kayınbabasına bırakmıştı. Çok nadir olarak kayınbaba damat birlikte öşür toplamaya çıktılar. Hüseyin Efendi de yanına yardımcı olarak Kayınbiraderi Küçük Bey'i (İsmail Uz) aldı. Zamanla Küçük Bey'in öşür işini aynı ustalıkla yaptığı görülecektir. Küçük Bey daha sonra Kurtuluş Savaşında yedek teğmen Osman Muzaffer Koçaşoğlu'nun Alsancak Müfrezesi'nde efsaneleşecektir.
Hüseyin Efendi bir yandan öşürcülük, bir yandan çiftçilik yaparken diğer bir yandan da Mersin'de ticarete de soyunmuştu. Mersin Ticaret ve Sanayi Odasında o tarihlerdeki ticaret işinden dolayı kaydı bulunmaktadır.
-5-
ÇUKUROVA İŞGAL EDİLİYOR
Zaman geçti ve derken 1920 yılında Fransızlar Çukurova'yı işgal ettiler. Fransızlar, Adana, Mersin ve Tarsus'ta büyük birlikler konuşlandırmış, Karacailyas, Gudubes, Ziyarettepe, Hacıtalip (Taşkent), Bağlarbaşı gibi yerlerde de küçük karakollar kurmuşlar ve tren yolunu kontrol altına almışlardı. Paris zırhlısı da Mersin açıklarına demir atmıştı. Yedek Teğmen Osman Muzaffer (Koçaşoğlu) Bekirde ve civar köylerin halkından bir müfreze oluşturarak ufak tefek direnişlere başlamıştı. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk, Teşkilatı Mahsusa'dan çok tecrübeli bir subay olan Emin Reşa Bey'i Mersin, Tarsus ve Adana'da Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurarak Kuvayi Milliye'yi teşkilatlandırması için Konya'dan Karaman üzeri Mersin'e gönderdi. Emin Bey 'in Silifke, Mara gibi yerlerdeki çalışmalarından sonra Mersin'de ve Tarsus'ta kısa zamanda teşkilatlanmayı tamamladığı malum. Bu teşkilatın muharip müfrezelerinin başına terhis olmuş subaylar, yedek teğmenler ve başçavuşlar getirildi. Atatürk'ün 5 Kasım 1918'deki Mersin ziyaretinde verdiği direktif üzerine, Jandarma Komutanı Arslanköylü Hüsnü (Yıldırım) vasıtasıyla dağ köylerine gizlenen silah ve cephaneler müfrezelere dağıtılmak üzere müdafa-i Hukuk Cemiyetine teslim edildi. Mersin ve Tarsus'ta Müdafai Hukuk Heyetleri'nin idari kadrosuna da, Yanpar'lı Hüseyin Efendi, Hacı Bey, Yanparlı Muhsin Efendi, Hasan Karamehmet Efendi, Sadık Eliyeşil Paşa gibi mütegallibeden ve eşraftan sözü geçen kişiler getirildi.
Teşkilatın modeli çok basitti. Kırk civarında muharip fedai müfrezesi kurulacak, bunlara eli silah tutan güvenilir gençler atıyla ve silahıyla katılacaktı. İdari kadro da müfrezelerin, iaşe ibade (yiyecek, giyecek, barınma) ve mühimmatını karşılayacaktı. Atı olmayana at, silahı olmayana silah temin edilecekti.
İlk müfrezelerden birisi olan "Bozkurt Müfrezesi", Yanpar'da Yedek Teğmen Muhsin Yanpar ve Puğ Köyünden Yedek Teğmen Ahmet Mithat Toroğlu (Erman Toroğlu'nun dedesi) tarafından civar köylerden silah ve asker temini suretiyle kurulmuştur. Bu müfrezenin kahramanlıkları aşağıda ismini verdiğimiz eserlerde bulunabilir.
Hüseyin Efendi ve Hasan Efendi Kurtuluş savaşı boyunca öşür sisteminin bütün gelirini Kuvayi Milliye teşkilatına akıtmıştır. Şahsi servetlerinden de önemli bir bölümünü harcamakla kalmamışlar, evlerini teşkilatın barınması için açmışlar ve ilerde göreceğimiz gibi bizzat çatışmalara katılarak canlarını ortaya koymuşlardır.
Mersin Ticaret ve Sanayi Odasının 2003 yılında bastırarak üyelerine dağıttığı "Kartpostallarla Mersin'de Ticaret ve Yaşam" isimli bir fotoğraf albümünün, orta sayfalarında bulunan bir fotoğrafı anlatmak istiyorum. Ön yüzünde Mersin iskelesinden ayrılmakta olan büyükçe iki tekneye doluşmuş modern giyimli 50-60 kadar genç kız, etraflarında onları kayığa bindirmekle görevli epeyce insan, açıklarda ise bir savaş gemisi. Fotoğrafın arka yüzündeki yazı, "Mersin açıklarında demirleyen "Paris" zırhlısının Mersin sosyetesinin genç kızları tarafından ziyaretine gidilmesi 23-24 Ağustos 1920" Kuvay-i Milliye hareketinin ne kadar zorlukla yapıldığını, halkın bir kısmının daha doğrusu varlıklı şehirlilerin bir kısmının düşmanla işbirliği içinde olduğunun bilinmesi gerekir.
Öşür heyeti artık köylere daha kalabalık guruplar halinde gidiyordu.
Artık amaç sadece öşür almak değil müfrezelere mücahit de temin etmek idi. Bir görgü şahidi oğluna şöyle anlatmıştı," Seferberlik zamanı uzaktan bir atlı grubu tozu dumana katarak geliyorsa koşumların şakırtısından ve parıltısından anlardık ki, Yanpar'lı Hüseyin Efendi, Hacı Bey ve Koçaşoğlu geliyor. Hemen tertibatımızı ona göre alır, karşılamaya çıkardık."
Sol cenah grup komutanlığı Gözne yaylasında konuşlandığından ve müfrezeler de Fransız karakollarına rahat vermediğinden, Paris zırhlısı, köylülerin çetecilere yataklık yapmalarını cezalandırmak amacıyla Kürkçü, Yakaköy, Tekke, Burhan, Yanpar, Musalı, Puğ, Karacadağ, Gözne'ye kadar top ateşine tuttuğu günlerdi. (Çetecilik şimdiki gibi kötü manada kullanılmazdı. Çocukluğumda 5 (3) Ocak Kurtuluş Günleri, "Çete Bayramı" olarak kutlanırdı.)
-6-
KAÇ KAÇ
1920 yılında kaç kaç denilen olay yaşanmaktaydı. Yani ahali, top ateşinden korunmak için atına, eşeğine, katırına günlük zaruri ihtiyacını alıp derelerden, koyaklardan Gözne'ye ve dağlara doğru kaçmaktaydı.
Darısekisi'nde dereden geçerken Fadime'nin çığlığı duyuldu. Hemen koştular, kızı Emine hemen yanı başında yürüyordu. Attan indirdiler, "Geliyor" diye bağırdı. Hemen bir savan çıkartıp çalının altına barınak yaptılar, birisi bir küçük döşek serdi. Beş dakika sonra nur topu gibi bir erkek çocuğunun çığlıkları duyuluyordu. Herkes mutlu bir şekilde gülümsemeye başladı. Sekiz dokuz çocuk doğurduğundan çok tecrübeliydi Fadime. Bütün gerekli malzemeleri yanına almıştı. Ebelik yapan kocakarı yanı başlarında yeni pislemiş olan atın bokunu bir beze sardı ve bebek üşümesin diye sıcak boklu bez ile de bebeği kundakladı. İki saat moladan sonra Fadime'yi ata tekrar bindirip bebeğini kucağına verdiler, karanlık çöktüğünde Gözne'ye varmışlardı. Onları karşılayan Hüseyin Efendi, karısına sordu,
- Adını ne koyalım hanım ?
- Babamın adını verelim, dedi Fadime.
Baba bebeği kucağına aldı, kıbleye dönerek kulağına ezan okudu. Sonra kulağına üç defa, senin adın Halil, Halil, Halil diye bağırdı. Benim sevgili babam Halil, namı diğer Hacı Reis böyle dünyaya gelmişti.
-7-
KUVAYİ MİLLİYE'CİLER
Aşağıda ovada işler bekliyordu. Bombardıman da seyrekleşmişti artık. Fransızlar da rasgele bombalamanın manasızlığını anlamışlar boşa cephane harcamaktan vazgeçmişlerdi. Herkes köyüne geri döndü. Kaç-kaç Adana ve Tarsus'ta da derin yaralar bırakmıştır. Şehirden kaçanlar sığınacak yer bulmakta zorluk çekmişlerdir. Köylülerden bazıları şehirden kaçanları kabul etmek istememişlerdir. Köyden kaçanlar da döndüklerinde mallarının çoğunu yerinde bulamamışlardır. Kaç kaçtan dönen köylülerin morali iyice bozulmuştu. Düşmanın propagandasının etkisi ile de Fransız işgali altında yaşayan şehirlileri de düşman görmeye başlamışlardı. Tarsus'ta Çukurova'nın en eski beyliğine mensup Ramazanoğlu ailesinden birinci ağızdan bir hikaye olayın vahametini göz önüne serebilir. " Ramazanoğlu Ata bey her an tutuklanmaktan korkuyordu. Çünkü, yakın akrabası Ahmet Can (Ramazanoğlu) ve temas kurduğu sekiz-on kişi göz altına alınmıştı ve
her an sorguda konuşabilirlerdi. (Ramazanoğlu Ahmet Can yargılama sonunda Fransa aleyhine casusluk suçundan Fransız Askeri Mahkemesinde on yıl kalebentliğe mahkum olmuştur.) Aslında güvenli bir istihbarat ağı kurmuşlardı, gelen giden cephane, asker sayısı, devriye güzergahı v.s gibi haberleri Kuvayi Milliye'ye ulaştırıyorlardı. Hafız Ağa (Karamehmet) da topladığı istihbaratı akrabası Yanpar'lı Hüseyin'e ulaştırıyordu. Hain Fevzi'nin yakalanıp cezalandırılması bu ikili arasındaki istihbaratın sonucu gerçekleşmiştir. Ama Delikli Nuh (Eşim Avukat Sevgi Yanpar 'ın dedesi) çok aksi bir tesadüf eseri Fransız'lara yakalanmıştı. Delikli Nuh bir izin belgesi uydurmuştu ve Tarsus dışına çok rahat girip çıkıyor, 50 km. kadar kuzeyde Terasların zirvelerine yakın Namrun yaylası ile Tarsus arasında hayvan götürüp getiriyordu. Bu arada da Tarsus'taki Fransız kuvvetlerinin hareketlerini ve Tarsus'taki Kuvayi Milliye'cilerin topladıkları diğer istihbaratı Namrun yolunda Sarıkavak'taki milislere ulaştırıyordu. Yine bir gün Tarsus dışına çıkacağı zaman komşularından birisi 8-1O yaşlarındaki oğullarını da yanında götürmesini rica ettiler. O da kıramadı, çocukla beraber yürürken casus arkadaşlarından birisi ile buluştu ve bilgilerin olduğu bir kağıt aldı. İki üç gün sonra Tarsus'a döndüklerinde çocuk seyahat esnasında olanı biteni baştan sona kadar anlatınca, çocuğun babası hemen Fransızların tercümanı olan Ermenilere ihbar etti. Delikli Nuh'u derhal tutuklanıp sorguya aldılar. Tarsus'taki teşkilatı açıklaması için çok işkence yaptılar.
Delikli Nuh'un, Ramazanoğlu Ahmet Can'ın ya da diğer tutuklananlardan herhangi birinin fazla dayanamayacağını tahmin eden teşkilat üyelerinin tamamı gibi Ramazanoğlu Ata Bey de karısı Hatice Hanım'ı ve yeni doğmuş hasta bebe dahil çocuklarını alıp hemen o gece Tarsus'un dışına kaçtı. Hedefleri Komuta Karargahı olan Gözne idi. Hastane
ve barınma yerleri dahil bütün ihtiyaçlarını ancak orada sağlamaları mümkündü.
Yanında sadece bir tabanca vardı. Kuşluk vakti yeni bebe anasının kucağında can verdi. Oturup ağıt yaktılar ama duracak vakit yoktu. Cenazeyi yıkayıp kefenlemek için Eshabı Kehf yakınlarında bir köye sığınmaya karar verdiler (Köyün adını vermeyeceğiz). Köyün önüne geldiklerinde sekiz on kadar köylü bunları dostça olmayan tavırla karşıladılar. Ramazanoğlu Ata Bey durumu anlattı. Cenazeyi defin için bir sabun ve bir arşın kadar da kefen bezine ihtiyaçları olduğunu söyledi. Kadının biri bağırmaya başladı.
- Defolun gidin buradan, gidin topuklu orospuları. Başınızı götünüzü açtınız, Fransız gavurunu davet ettiniz. Sizin yüzünüzden memleket işgal edildi. Bizim de başımızı belaya koydunuz. Defolun gidin...
Beraberindeki köylüler de bağıran orta yaşlı kadını destekler bir tutum içine idiler. Zavallı Hatice Hanım panikledi, ağlamaya başladı.
Ramazanoğlu Ata Bey karısını sarstı ve kulağına,
- Sakin ol para teklif edeceğim, dedi
- Aman bey, parayı görünce keserlerse bizi ya,
- Korkma bir şey olmaz, dedi.
Kemerinden altın kesesini çıkartıp en öndeki erkeğin yanına yaklaştı, Kesedeki üç altını bir elinden öbür eline doğru yukarıdan aşağı aktarmaya başladı.
-Biz sadece sabun ve bir arşın kefen istiyoruz. Çok kalmayacağız.
Bebeyi buraya bir yere gömeriz. Müslüman değil misiniz? Orta yaşlı erkek hemen yumuşadı ve
- Lafı mı olur beyim tabii ki, buyurun, dedi
Hala bağırarak söylenmekte olan kadına dönüp, susması için azarladı.
İki altın karşılığında, bütün dini vecibeleri yerine getirmek suretiyle
köyün mezarlığına cenazelerini gömdüler, karınlarını doyurup, köylülerin yatıya kalma ısrarlarını dinlemeden Gözne'ye doğru yola çıktılar.
-8-
HAİNLER VE KAHRAMANLAR
Hüseyin Efendi Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin içindeki politik çekişmelerden ve dedikodulardan daima kendisini uzak tutmasını bilmiştir. Bu yüzden sürekli değişen kadrolara rağmen savaş boyunca İdare Meclisi (Yönetim Kurulu) içindeki mevkiini muhafaza etmiştir. Gösterdiği başarı ve tutarlılık dolayısıyla çevre köylerin asayişinden de sorumlu idi. Bu arada asker kaçakları hainler de fırsattan istifade köy basıyor, yol kesiyor, yağma yapıyor, millete zarar veriyorlardı. Bunlardan birisi de Arslanköy (Efrenk) ormanlarında yuvalanmış olan Asker kaçağı eşkiya Bekir Çavuş idi. Bu Bekir Çavuş'un birkaç köyde karısı olduğu söylenirdi. Kalabalık bir eşkiya çetesine reislik yapıyordu. İşgal başlayınca gölge hükümet Torosların içlerinde derin bir vadide bulunan Erçel'de kurulmuştu. Hüseyin Efendi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin olağan işleri için bir gün Erçel'de iken, bu Bekir Çavuş'un Erçel'e yakın bir mezrada karısının yanında olduğunu sö ylediler. Hüseyin Efendi adam gönderdi,
- Çağırın gelsin, kahvede bekliyorum , dedi.
Biraz sonra Bekir Çavuş on kadar silahlı pusatlı bombalı atlı adamın arasında bir afra tafra ile kahvenin önüne geldi, durdu. Hüseyin Efendi kalktı üzerlerine doğru gitti.
- Hanginiz Bekir Çavuş, diye sordu
- Benim.
Çapraz fişeklik kuşanmış , iki göğsünün üzerinde el bombası, kuşağında iki tabanca, uzun bir hançer ve elinde mavzeri vardı. Kirli sakallı, zayıf, kuru bir adamdı. Tütünden bıyıkları sararmış, başındaki kırmızı külahın etrafını siyah bir kuşakla sarmıştı.
- İn aşşaya !
- Ne olacak?
- İn dedim sana, diye gürledi Hüseyin Efendi. Atından inen Bekir Çavuş'a sağlı sollu iki tokat çekti.
- Utanmaz şerefsiz hain, ulan millet canını dişine takmış çoluk çocuk kadın, Fransız gavurunu atmak için savaşıyor, sen eşkiyalık yapıyorsun.
Bakir Çavuş yere düşmüştü, Bu arada bütün köylü eşkiyaların etrafını sarmış halka olmuşlardı. Çıt çıkmıyordu kimseden. Eşkiyalar korkudan ellerini değil silaha atmak, atlarının yularını çekmek için bile oynatamıyorlardı. Toz içinde yere yuvarlandı Bekir Çavuş.
- Ulan bir daha duyarsam leşini sererim senin, beni bildin mi şerefsiz, kimim ben ?
- Bildim ağam Yanparlı Hüseyin Efendi'sin sen.
- Kalk s..... ol git şimdi elimi mundar kanına bulatma benim.
Bekir çavuş tozlu külahını yerden aldı atına doğru sendeleyerek yürüdü ve bindi, dönüp gittiler.
Bundan sonra Bekir Çavuş'u ne gören ne de duyan oldu.
19 Nisan 1920 yılında Esenli, Karapınar ve Cerit Köyü'ndeki çarpışmalardan sonra Fransız Bölüğü Hebilli üzerinden Deliçay Vadisi'ni takip ederek şimdiki Demirhisar Köyü yakınlarında olan Yuvanaki Çifliği'nde karargah kumuştu. Yat borusu çaldıktan sonra gece baskını yapılarak düşmana büyük zaiyat verildi. Düşman Mersin'e çekildikten sonra 23 Nisan günü çiftlik ele geçirilerek önemli ganimet elde edildi. Bu baskına Yanparlı Hüseyin Efendi de bizzat katılmıştır. Ayrıca Yedek Üsteğmen Osman Muzaffer Koçaşoğlu'nun anılarından (3)Yanparlı Hüseyin Efendinin, Su Bendi
Muharebelerine de katıldığını aşağıdaki paragraf ile anlıyoruz.
"Mersin 'in Su Bendi Savaşı
Mersin Grubu'ndan aldığım haberle, Fransızlar'ın Su Bendi'ne bir harekat-ı askeriye yaparak, şehrin suyunu salmak üzere, 1O Mayıs'ta bir keşif harekatı yapmış ise de, kat'i harekatı 13 Mayısta yaptı. Bir gün evvelden hazırlandık. Cephede bir setir hattı (Gizlenmiş birlik) bırakarak, 180 mevcutla akşamdan Buluklu Köyüne geldik. Akşamdan Çavuşlu Köyü sağ ve sol taraflarına ileri karakollar yerleştirdik. Şafakla, Çopurlu güneyindeki Sarıkaya sağ cenah, sol cenah ise Çavuşlu'nun doğusundaki ve taş ocaklarını tuttuk. Nihayet kuşluk zamanı düşman, büyük bir kuvvetle yürüdü. Bir süvari bölüğü de şimdiki, Osmaniye Mahallesi'nin üstüne çıktı. Milbahçe tarafına döndü. O cephede bulunan çavuşlulu Ömer Çavuş ile Hıdır oğlu Ali Efendi Kumandasındaki benim bir takım ile Şeref Genç'in 17 kişilik kuvveti, Vezir Çavuş'un müfrezesi ve bir makineli tüfek ve daha bazı müfrezeler hep birden ani bir ateş baskını yapıldı. Savaş iki saat kadar devam etmiş ise de düşmanın ise karadan denizden top ateşlerine rağmen, çetelerin kahraman saldırılarına dayanamayarak, büyük zaiyat vererek, ölülerini dahi alamayarak kaçtı. Bu savaşa, rahmetli Müdafa-i Hukuk reisi Hacı İshak ile Müdafa-i Hukuk azası Yanparlı Hüseyin Efendiler de bizzat iştirak ettiler. O bi r taraftan , Hıdır oğlu Ali Efendi de Çopurlu'daki takımımızla birlikte harbe katılarak büyük yararlılıklar göstermişlerdi. İşte, memleketin hem ileri gelen eşrafı olmakla beraber, yaşlı başlı ağaları aralarında gören çetele r, kıyasıya saldırıyorlardı. Hep öldüler , ruhları şad olsun"
(3) Mülazım-ı Evvel Osman Muzaffer Efendi 'nin anıları, İçel Sanat Kulübü Yayınları
-9-
MUHSİN YANPAR
Yanparlı Hüseyin Efendi'yi anlatırken Amcası Ahmet Efendi'nin oğlu Muhsin Yanpar'ı da anlatırsak o zamanlar yaşananları daha iyi kavrayabiliriz.
Hacı Ahmet Efendi, Hacı Murat'ın çocukları içinde en saygı duyulanı ve en çok tahsil görmüş ve bilgili bir zattı. Aynı zamanda imamlık ve hocalık da yapardı. Her konuda ona danışılırdı. Ahmet Efendi'ye herkes saygı duyar ve biraz da korkarlardı. İnsanlar hastalarını bile ona getirirdi. O da hurafelere kesinlikle inanmaz, muska büyü gibi şeylerin İslam'da yeri olmadığını anlatmaya çalışırdı. Ama ne fayda, toplum bir kere kökleşmiş adetlerini inanç haline getirmişti. Bir keresinde dul bir kadın sıtmaya yakalanmış çocuğunu Ahmet Efendi'ye getirmişti. Yalvar yakar ona bir muska yazmasını istiyordu. Azar mazar işlemiyordu kadına, nihayet bir kağıt kalem getirdiler, Ahmet Efendi de bir şeyler yazıp verdi kadına. Kadın hemen yazıyı muska şekline getirip, bir çaputa sararak çocuğun boynuna astı ve bin bir dua ederek çocuğunu aldı gitti. Bir hafta sonra köyde "Ahmet Efendi'nin muskası sıtmayı iyileştirdi" diye laf yayıldı. Kapının önüne hastalar birikmeye başlayınca, Cuma Namazından sonra kadını çağırdı, muskayı istedi. Cemaatin önünde açtı ve birisine okuttu. Muskada "Sıtma bu iti tutma" yazıyordu. Cemaat gülüşmelerle dağıldı. Bir daha da kimse Ahmet Efendi'ye muska için gelmedi.
İşte Muhsin Yanpar bu Hacı Ahmet Efendi'nin, Emin'den sonraki ikinci oğludur. Ahmet Efendi çok uzun yaşamıştır. Çok ileri yaşlarında dahi baba olmuştur. Çocukları, Emin, Muhsin (Eşi İffet Hanım), Sıdıka Korucu (Eşi, Çopurlu'dan Ali Korucu), Hilmi Yanpar, Mustafa (Mustafa Hoca, Yanpar olan
soyadını ileri yaşlarında "Hacımuratlı" olarak değiştirmiştir), Fatma, Hatice (Hüseyin Efendi'nin oğlu Naci'nin eşi) Kazım, Cemal, Aliye, Nurettin'dir.
Muhsin çok zeki ve çalışkan bir çocuktu. Babası da tıp tahsili yapmasını istiyordu. İstanbul'a bir arkadaşının yanına gönderdi. Fakat yaşı küçük diye Tıbbiyeye almadılar. Mühendis mektebi kabul etti. İlk yıl sonunda tatil için köye geldi, köylü etrafında toplandı,
-Anlat bakalım ne var yok İstanbul'da?,
Heyecanla yaşadıkları ve öğrendiklerini anlatıyordu Muhsin, okumayı çok seviyordu ve belagatı kuvvetli idi, köylü hayranlık ve şaşkınlıkla onu dinliyordu.
- Vay anasını, dün beraber davar güttüğümüz, eşek kovaladığımız Muhsin'e bak, neler de anlatıyor yahu, diyordu birisi.
Konu sonunda havalardan, yağmurdan açıldı. O da yağmurun nasıl bulutlardan oluştuğunu, bulutların cinslerini, nemi, havayı, sıcaklığı bilimsel bir şekilde anlatmaya başladı. Birisi,
- Yani Allah yağdırmıyor mu rahmeti, diye kızgın bir ifadeyle sordu.
- Yok, dedi Muhsin. Su buharlaşıyor, bulut oluyor, yeteri kadar nem toplanınca, uygun sıcaklıkla karşılaşınca yağmur olarak yere düşüyor, dedi.
Kıyamet koptu köyde, herkes kalktı gitti yanından, hem de doğruca camiye Hacı Ahmet Efendi'ye şikayet etmeye.
- Kafir olmuş senin oğlan Hacı emmi, dediler. Allah'a bir şey bırakmadı, yağmuru da o yağdırdı, yeli de o estirdi, göğü de gürletti, böyleyken böyle; Bire bin katarak söylenip dudular.
Ahmet Efendi topluluğu sakinleştirdi.
- Ben onu yola getiririm merak etmeyin, dedi.
Ahmet Efendi çok sakin ve bilge bir adamdı ama bu iş başkaydı. İlk defa komşular onu öfkeyle oğluna bağırırken duydular. Hiç sesini çıkarmadı
Muhsin. Cezası kesilmişti. Hemen mühendis mektebini bırakıyor, Konya'ya medrese tahsiline gidiyordu. Sadece yaşlı anacığı yakınlık gösterdi kendisine, büyük bir hüzün içinde köyden ayrıldı.
Medrese tahsilini başarıyla tamamladıktan sonra, daha yeni çalışmaya başlamıştı ki, kendisini Sina Çölü'nde İsmet (İnönü) Bey'in yaveri olarak buldu. Daha sonra İngilizlere esir düştü, Mısır ve Hindistan'da geçen meşakkatli ve uzun esaret yıllarından sonra Mersin'e döndüğünde köye yerleşmek istemedi. Babası ona Mersin'de şimdiki eski mezarlık civarında iki yüz dönüm kadar yer aldı. Burada narenciye yetiştirmeye başladı.
Fransız işgali başladığında Teşkilatı Mahsusa ilk olarak Muhsin Efendi'yle temas kurdu. O da çevrede saygın ve sözü dinlenir eşraftan amcasının oğlu Yanparlı Hüseyin Efendi'ye gitti hemen. Yakın çevredeki diğer ağalar ve eşraf ile birlikte Mersin Müdafa-i Hukuk cemiyetine katıldılar. Muhsin Efendi, Puğ Köyünden Yedek Teğmen Mithat Toroğlu ile birlikte Bozkurt Müfrezesini kurmuş ve Tarsus-Mersin Grubundaki hemen hemen bütün savaşlara katılmıştı.
Kurtuluştan sonra Hüseyin Efendi Tüccardan Mehmet Sabah ile Mersin'de Fabrikalar (Fasih Kayabalı Cad.) caddesinde çırçır fabrikası kurmuştu, Muhsin Efendi de boşluktan sıkıldığı için ve yardım olsun diye bir müddet bunların fabrikasında katiplik yapmıştı.
Muhsin Efendi, esaret yıllarında iyi derecede İngilizce, Fransızca öğrenmişti ve çok iyi derecede Arapça'yı zaten medresede öğrenmişti.
Çok mütevazi bir kişiliği vardı, esaret yılları ruhunda derin yaralar açmıştı. Nitekim kurtuluş sonrasında milletvekilliği teklifini ret etmiş, kendisini hayır işlerine adamış muhterem bir zattır. Muhsin Efendi'nin çocuğu olmamıştır, kendisinin ölümünden sonra eşi İffet Hanım ve evlatlıkları da hayır işlerini devam ettirmişlerdir. Bugün, Muhsin Yanpar adına yapılmış iki okul mevcuttur.
-1O-
BAGLAR SAVAŞI
Fransız işgalinden hemen sonra hemen Mersin'de Müdafa-i Hukuk Heyet'i oluşturulmuştu. Mersin eski belediye reisi Hacı Bey'in başkanlığında oluşturulan heyette, Hızır oğlu Ali, Kara Hadırlı Köyünden Hacı Mehmet, Hilmi Gök, Süleyman Fikri (Mutlu), Yanparlı Hüseyin, Mezidli Emin Efendi ve Gökcil İsa bulunmaktaydı.
Mersin'in kurtuluşu için yapılan savaşları burada uzun uzun anlatmayacağız. Bunları anlatan ve uzman tarihçiler ile bizzat savaşları yaşayanların kaleminden çıkmış birçok kıymetli kitap mevcuttur. Yanparlı Hüseyin Efendi'nin yaşadığı yer olan Kürkçü etrafında, Yanpar ve Burhan'da Tozkoparan, Çeliktaş, Bozkurt, Gençler ve Demirtaş müfrezeleri bulunuyordu. Müfrezelerin yiyecek, yatacak, giysi, ilaç gibi bütün yaşamsal ihtiyaçları halk tarafından karşılanmaktaydı. Bu malzemelerin toplanıp depolama ve yerine ulaştırma işleri Müdafa-i Hukuk Cemiyeti üyelerinin işiydi. Hüseyin Efendi bütün bu ihtiyaçların giderilmesi için birçok emek ve para harcadı. Aynı zamanda gündüz külahlı gece silahlı idi. Çete baskınlarının birçoğuna katılmıştır. Gudubes Kalesinde ve Ziyaret Tepe'de bulunan karakollara gece baskınlar yapılırken damadı Hasan Efendi ile birlikte müfrezelere katıldığını biliyoruz.
Bağlar Savaşının Çukurova'nın kurtuluşunda çok önemli bir yeri vardır. Aralık 1918 tarihinde başlayan işgal üzerinden neredeyse bir buçuk yıl geçmişti. İşgal sonrasında hemen başlayan Kuvay-i Milliye direnişi hemen
hemen olgunlaşmıştı. Müdafa-i Hukuk Heyeti ve komutanlar artık Tarsus Bağları mevkiini kuvvetli bir taarruzla alabileceklerine inanıyorlardı. Burada düşmanın büyük yığınağı ve dört yüzden fazla askeri mevcuttu. Büyük hazırlık yapıldı ve civar köylerden eli silah tutan herkes Tarsus önlerinde mevzilendirildi. 16 ve 17 Temmuz 1920 tarihinde sahip oldukları biricik sahra topunun ateş desteği ile taarruz edildi. Ama maalesef hayli kayıp verildi ve taarruz başarılı olamadı. Müdafa-i Hukuk Heyetine dahil olmuş olan Belenkeşlikli Hacı İshak ağa Yanparlı Hüseyin Efendi gibi yaşı Kırka dayanmış bir çok köylüden oluşan bütün yedek kuvvetler ile birlikte 18 Temmuz gecesi tekrar taarruz edildi. Yanparlı Hüseyinin yakınında bulunan atmış yaşındaki Hacı İshak Ağa sabaha karşı şehit düştü.
Bağlar Savaşı büyük bir zaferle sonuçlandı. Düşman iki yüz kadar tüfek, yedi makineli tüfek, beş otomatik tüfek ve bir çok askeri malzemeyi bırakarak Tarsus'a bozgun şeklinde kaçmıştı. Aynı günlerde Adana tarafındaki müfrezeler de Adana Tarsus hattını kesmişlerdi. Böylece Tarsus'daki büyük düşman birliğinin Adana ve Mersin'le bağlantısı kesilmiş ve tam bir kuşatma altına girmiştir.
-11-
KÜÇÜKZİYARETTEPE SAVAŞI
Bağlar Savaşı zaferinden bir ay sonra 14 Ağustos gecesi Yanpar'lı Hüseyin Efendi ve adamlarının da katılımıyla Gökbayrak , Alsancak, Kayhan ve Bozkurt müfrezelerine Gudubes Kalesinin doğusunda bulunan Ziyaret Tepe'deki düşman karakoluna saldırma emri verildi. Saldırıdan bir hafta
önce Gudubes Kalesi ile Ziyaret Tepe arasında düşmandan rahatsız olmayan birkaç çiftçi evini yaktılar.
Alsancak Müfrezesi'nin komutanı Yedek Üsteğmen Osman Muzaffer Koçaşoğlu sıtmadan hastalanmış yatıyordu.
Müfrezeye Kuvayi Milliye Mersin Grubu Harp Müşaviri Yedek Üsteğmen Süleyman Fikri Bey komuta etmekteydi. (4) Hep beraber karakolun çevresine gerilmiş dikenli tellere ulaştılar. Durmadan ateş ediyorlardı ve karşıdan da devamlı olarak ateş ediliyordu. Hemen sonra sağ taraflarında bir top mermisi patladı, gecenin karanlığı bir alev yumağı ile yırtıldı. Üzerine taş, toprak ve ağaç parçaları yağdı. Süleyman Fikri Bey "yandım " diye feryat etmeye başladı. Hüseyin Efendi hemen yanına koştu, Fikri Beyin başı kan içindeydi , yüzünün her yerinden kan fışkırıyordu. Ordudan terhis olup Kuvayi Milliye'de olan subaylar bütün müfrezelere ve halka ilk yardımı da zaman zaman öğretiyorlardı ama bu kez yaralanan müfreze komutanıydı ve yara korkunçtu. Bu yüzden Hüseyin Efendi panikledi.
- Bir şeylerle sıkıca sar da kanamayı durduralım, diye inledi komutan .
Hüseyin Efendi etrafına baktı, herkes kendi derdindeydi. Top mermileri yağmur gibi yağıyor, tüfek mermileri başlarının üzerinden vızır vızır ıslık çalarak geçiyordu. Bir kayanın arkasına çekti yaralıyı. Şalvarını soydu ve arkasından uzun paçalı donunu çıkardı , şalvarı tekrar giymeye uğraşmadan donu uzunlamasına yırtarak sıkıca Fikri Bey'in başının her yerini, burnu ve ağzında birer delik bırakarak sardı. Sonra şalvarını giydi. Biraz sonra kanama durmuştu ama sargı kan içindeydi. Yarım saat sonra top
(4) -Sü leyman Fikri Mutlu Bey, Mersin Eski Belediye Başkanı Kaya Mutlu 'nun Babası, Mersin Eski Millet vekili ve Bakan Fikri Sağlar'ın dedesidir .
ateşi kesildi. Hemen iki adamını çağırdı.
- Hemen Fikri Beyi Kürkçü'ye çiftliğe götürün, bizim hanıma teslim edin ve geri dönün, dedi.
Adamlar Süleyman Fikri Bey'i üç kilometre kadar uzaklıktaki köye ulaştırdıklarında baygın vaziyetteydi. Fadime yarayı temizledi, ilaçladı ama maalesef gözünün birisini kaybetmişti Fikri Bey. Biraz dinlendikten sonra üç kadın ve üç çocuktan oluşan bir kafile ile uysal bir ata ve bir katıra sedye bağlanarak Gözne'ye hastaneye götürdüler. Komuta karargahı ve hastane bir süredir Gözne'de idi. Gözne yolu şimdiki gibi rahat bir şose değildi elbet. Kürkçü, Uzunkuyu, Kesikköprü, Kara eşek yokuşu, Hebilli, Esenli, Karapınar, Musalı, Darısekisi ve Korum yoluyla derenin içinden at arabası yoluyla ulaşılıyordu.
Bağlar ve Ziyaretepe savaşları ile Gudubes Kalesi'ne yapılan sayısız baskına Yanpar'dan Şıh Ahmet (Öztunç), Cargıt Ali, Kerim Çavuş, Kerim Hüseyin ve Alibağ Hamit (Bayer) ve büyüklerin bizlere aktarmayı unuttukları bir çok kahraman katılmıştır. Cargıt Ali'nin ve Kerim Çavuş'un Kerim Hüseyin ile birlikte bir çok kahramanlıklar yaptıkları bilinir. Adı üstünde Osmanlı Ordusunda çavuşluk yapmış olan Kerim bir çok cephede çarpışmış bi ri idi. Müfrezenin de çavuşu idi ve son derece şakacı, ölümü ciddiye almayan bir yapısı vardı. Tren yolunu patlatmaya gittiklerinde üzerlerine kurşunlar gelince, Abacı Abdurrahman'la birlikte eğlenmek için kurşunlara sopa sallamalarına diğer mücahitler gülüşmekte iken, Abdurrahman bacağından iki kurşun yemişti. Şıh Ahmet'in yaşı küçük olmasına rağmen büyükleri aratmayacak kadar savaştığı anlatılmıştır.
Yanparlı Hüseyin Efendi'nin İstikal Madalyası bendedir. Kalpağı ve dürbününü çok kullandık maalesef yıprandı, taşınmalar ve ayrılıklarda yok oldu gittiler. Tabancası torunu Faik'te, Kılıcının da kızı Hatice'de olması gerek.(5)
-12-
YUVANAKİ (MISIRLI) ÇİFTLİGİ
Savaş sırasında Ermeni ve Rumlar Fransız ordusundan daha da zalimce tutum sergilediler. Fransızların çekilmesiyle birlikte işbirlikçi Ermeni ve Rumlar da Çukurova'yı terk ettiler. Bunların arazi ve mülklerinin satılması için hükümet tarafından bir komisyon kuruldu. İhale ile satılan bu değerli arazi ve mülkler halkın eline geçmedi tabii ki. Parası olanlar ihaleden oldukça hesaplı fiyatlarla arazi edindiler.
Hüseyin Efendi'nin Kurtuluş Savaşı sırasında Osman Muzaffer müfrezesi ile birlikte baskın yaptıkları Demirhisar'daki Rum Yuvanaki ailesine ait olan çiftlik Mısırlı bir ailenin eline geçtiğinden Mısırlı Çiftliği diye anılmaktaydı.
Kurtuluş savaşından sonra bu aile dağıldı. Ankara'dan bir avukat çiftliği Kürkçü, Demirhisar ve Karacailyas Köylülerine onar dönüm, kırkar dönüm gibi küçük parçalar halinde kiraya vermişti. Zaman içinde köylüler kirayı ödeyemediler. Ailenin borçları yüzünden çiftlik üzerinde birçok haciz vardı. Üç bin dönüme yakın arazisi olan çiftliğin tamamı köylüler tarafından işgal edilmişti. Nihayet icrada satışa çıkarılan çiftliğe, hem içindeki işgalcileri
(5) "Tekrar ifade etmekte yarar var. Burada "Bağlar Savaşı ve Kiiçiik Ziyaret Tepe Savaşı" gibi müthiş gerilla
muharebeleriııi bir iki paragrafta anlatmıa iddiasında değiliz. Böyle bir şey nıe uzmanlık alanımızdır ne de
hadddimizdir. Bu savaşı ve bütünı Çukurova 'nın milli mücadele tarihinin ayrıııtılarını anlatan bir çok belgesel, kitap, iııternet sitesi mevcuttur ve mutlaka okunması gerekir."
Biz bu eseri hazırlarken, büyüklerimizden duyduklarımızın yanı sıra, " Kurtuluş Savaşında Kahraman Çukurovalılar- İsmail Ferahim Şalvuz - 1938" ; " Mülazı-ı Evvel Osman Muzaffer Efendi'nin Anıları, Dr. Kemal Çelik. İçel Sanat Kulübü Yayınları'; Kurtuluş Savaşında İçel - Kurtul uş Savaşında İçel Tarihini Yazma Komitesi" gibi kitaplardan faydalandık.
çıkarmanın zorluğu nedeniyle hem de devlete olan borcu nedeniyle talip çıkmıyordu.
Hüseyin Efendi o sıralarda işleri iyi olan damadı Hasan Efendi'nin (Karamehmet) aklına girerek ihaleden çiftliği almasını sağladı. Kendisinin parası olmadığı için alamıyordu. Hasan Efendi gönülsüzce ihaleye girdi ve çiftliği aldı. Tabii ki korkulan oldu, hem devlete olan borç sanılandan fazla çıkmıştı hem de köylüler işgal ettikleri yerleri boşaltmıyorlardı. Men-i müdahale ve tahliye davaları çok uzun yıllar sürdü. Hasan Efendi bütün sorumluluğu kayınbabasına yıkmıştı. Madem bu belayı o sarmıştı başlarına, öyleyse o temizleyecekti. Hüseyin Efendi de mahcup olduğu için sesini çıkaramıyor, var gücüyle uğraşıyor ve hayli de masraf ediyordu. Hatta masraf yüzünden hafif bir küskünlük bile yaşanmaktaydı. Karşı taraf yani işgalci köylülerin davasını Şinasi Develi isminde genç ve parlak bir avukat üstlenmişti. Kök söktürüyordu. Şinasi Develi daha sonraları Mersin hakkında kitap yazmıştır. Bu olayların etkisi ile olsa gerek Hüseyin Efendi'den diğer kahraman köylülerden kitabının Kurtuluş Savaşını anlatan bölümlerinde hiç bahsetmemiştir.
İhaleden çiftlik alındıktan sonra on yıl araziye giremediler . Yani ihale 1948 yılında yapıldı, tahliye davaları Karamehmet'lerin lehine 1958 yılında sonuçlandı. Davanın uzun sürmesinin nedeni Karacailyas köylülerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı uzlaşmaya yanaşmamaları idi. Köyden beş altı güçlü adam işgal edilen yerin tamamına sahip olmak niyetinde idiler.
Bu süre zarfında 1950-51 yıllarında Bulgaristan ile mübadele olmuş ve Kürkçü'ye göçmenler iskan edilmişti. Bir ara toprak reformu kapsamında burasının göçmenlere verilmesi Meclis'in gündemine geldi. Hüseyin
Efendi'nin avukatları Kemal İçgören ve Azmi Varan'dı. Daha sonraları Süleyman Kurtuluş (Kazanlı Kasabasından) da avukatlar arasına katılacaktı. Avukatları onlarca kez uçakla Ankara'ya taşıdığı söylenir. Ankara'da rüşvet dahil çok büyük masraflar yapıldı.
Nihayet tahliye kararı kesinleşti. Bin beş yüz dönümünü yani yarısını ancak kurtarabildiler. Karacailyas köylüleri hiç toprakları yokken yüzlerce dönüm verimli arazinin sahibi oldular. Kalanı da diğer köylülere kaldı. Bir günde onlarca demir tekerlekli ve paletli Caterpillar Demirhisar, Kürkçü ve Karacailyas köylülerinin işgal ederek tesis etmiş oldukları bahçe ve takımlarını söktü, tarlaların tamamı sürüldü. Nihayet uzun bir mücadele sona ermişti.
Hüseyin Efendi damadına haber gönderdi,
- Çok masraf edildi bir hesaplaşalım, diye. Hasan Efendi oğlu Reşat ile yanıt verdi.
- Yahu dedeciğim kızına bir çiftlik almışsın çok mu yani.
Hüseyin Efendi bir daha da hiç lafını açmadı bu konunun, kırgınlık da yapmadı. Aile arasında çok konuşulan bu mevzunun aslı budur. Oğlu Naci işin peşini bırakmadı, inatçı ve hırslı bir kişiliği vardı zaten. Hasan Efendi ondan çekinirdi biraz. 1965 de ısrarlarına dayanamadı.
- Tamam hesaplaşalım, diyerek görüşmeyi kabul etti, ama Naci kızını ziyaret için gittiği Almanya'da ölünce defter kapandı. Reşat Karamehmet'in hayatı ayrı bir yazının konusu olmalı. Bekar yaşadı ve Karacailyas köyü hemzemin geçidinde, atmış beş yaşlarında bir şafak vakti, otomatik vitesli otomobili ile çiftliğe giderken trenin altına girerek hayatını kaybetti. Otomobilin tam hemzemin geçitte stop ettiği söylenir.
-13-
ATİYE'NİN ÖLÜMÜ
Hüseyin Efendi'nin kızı Atiye 'ye özel bir sevgisi vardı. Çok güzel bir kızdı. Aynı zamanda küçük yaştan beri çiftliği de çekip çevirir, yorgunluk nedir bilmezdi. Belki de Sıttıka ile Emine evlendikten sonraki yetişkin ilk kız çocuğu olduğu için ayrı bir sevgisi vardı Atiye'ye. Derken bir gün kısmeti çıktı. Mersin'in Softalar Köyünden ve Müdafai Hukuk Cemiyetinden silah arkadaşı Hilmi Gök için istediler. Hilmi Bey yaşça epey büyüktü Atiye'den ama geleneklere göre "kız istenirken mal yetişirken" verilmeliydi. Güzel bir düğün yaptılar. Atiye'nin çeyizi dillere destan oldu. O zamanlar Levantenlerde bile olmayan mobilyalar getirildi İstanbul 'dan. Atiye'nin kuşağını bağlarken koskoca Hüseyin Efendi'nin hıçkırıklara boğularak ağladığı söylenir. Zaman çabuk geçti . Atiye'nin hamile olduğu haber geldi, daha bir mutlu oldular. Fakat kader bu mutluluğa daha fazla müsaade etmeyecekti. Doğumda anneyi ve bebeğini kaybettiler. Dünyaları yıkılmıştı, haftalarca kendine gelemedi bütün aile. Artık para, pul, mal, mülk, mevkii hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.
Bir yıl kadar sonra, Hilmi Gök akrabaları aracılığıyla haber gönderdi. Rahmetli Atiye'nin yerine Hatice ile evlenmek istiyordu. Bu talebe Hem Hatice hem Hüseyin efendi çok sert tepki göste rdile r. Hilmi Gök de mahcup olmuştu ama olmuştu bir kere. Atiye'nin çeyizini olduğu gibi geri gönderdi. Tekrar evleneceğini, Atiye'nin hatırasının yok olmasını ist emediğini , en münasibinin geri göndermek olduğunu belirtti. Herkes makul karşıladı bu talebi. Çeyiz , Hatice ve Nezihe evlenirken kullanıldı.
Hüseyin Efendi bunadığında iki kelime kullanırdı sürekli. Birincisi,
herkese Atiye diye hitap ederdi. İkincisi ise "Dahilek" . Bu, Arapçada güzel niyetle ifade edilen, "ne olursun, rica ederim, haydi" anlamında bir kelimedir.
-14-
HATİCE'İN NİŞANLISININ VURULMASI
Yanpar Köyü 'nden Habbili Hüseyin çok zeki ve çalışkan bir çocuktu. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesini iyi dereceyle coğrafya öğretmeni olarak bitirmişti. Köyde bu kadar okuyan hiç olmamıştı uzun zamandan beri. Doğubeyazıt'a tayini çıkınca gitmemişti. Babasının tarlalarını ekip biçiyor, narenciye yetiştiriyordu. Sosyal yönü kuvvetli ve atak bir solcu idi. Yanparlılar onu köye muhtar yaptılar. Köyün zenginlerinden para toplayarak ve imece usulü ile Deliçay'a bir bent yaptırıp, biriken suyu ark açtırarak Kızılalan'daki arazilerin sulanmasını hedeflemişti. Köy halkını ikna etti. Fakat bir sorun vardı. Zenginler işin bir kooperatif yapılanması ile gerçekleştirilmesini, parayı verenin ortak olmasını ve sadece ortakların sudan yararlanmasını istiyorlardı. Muhtar Habbili Hüseyin ise kesinlikle böyle bir işe karşı çıkıyor, bütün arazilerin suyu eşit kullanmaları gerektiğini, parası olamayanın da imece ile yapıya iştirak etmelerini istiyordu. Kahvede hemen her gün bu iş konu şulu yor, muhtar köyün zenginlerinin hakkında atıp tutuyordu. Yanparlı Hüseyin Efendi'nin büyük oğlu Tevfik çok içerliyordu muhtarın toprak sahiplerine atıp tutmalarına.
Fakat açıkça da tavır almıyordu. Halbuki köyde her konuda sözü geçen kabadayı bir delikanlı idi. Hatta Habbili Hüseyin'e işine gücüne sahip olma sını, biraz kendini düşünmesini, köylünün nankör olduğunu, yarın bir
gün yaptıklarının kıymetini kimsenin takdir etmeyeceğini söylüyordu.
Habbililerin evinde ise Hüseyin'in anasıyla babası Tevfik'in kızkardeşi Hatice'yi istemeyi planlamaktaydılar. Hatta Yanparlı Hüseyin Efendi'nin kızını bu parlak zeki gence vermek için haber gönderdiği de söylenir.
Köyden bazıları Habbili Hüseyin'e
- Atıyorsun tutuyorsun ağalar hakkında da Tevfik'ten korkmuyor musun, sana hiçbir şey demiyor mu diye sordular.
O da boş bulundu,
- Eniştesi olacağım o yüzden bana bir şey diyemez, dedi.
Lafı hemen değiştirerek Tevfik'e yetiştirdiler. Emmisinin oğlu Hilmi ve bazı akranları,
- Oğlum, "bacısını bana vermek için beni destekliyor, bana sesini çıkaramaz artık, o iş bitti"diyor, tahsilli enişten olacak, elini öpersin artık, diye o tarihlerde hayli utanç verici ve tahrik edici bir şekilde lafı aktardılar. Çok bozuldu ve gururu incindi Tevfik'in. Halbuki hiç haberi yoktu kız isteme olayından. Habbili Hüseyin'e sempati duyduğu için su bendi işinde karşı çıkmamış karşına dikilmemişti sadece. Tam bu arada Habbili Hüseyin'in ailesi Kürkçü'ye gidip Allah'ın emri ile Hatice'yi istediler. Tevfik sinirden köpürüyordu. Köyde dedikodu durmuyordu. Hatice Mersin'de Tarla Mektebinde (6) ilk okulu dört sene okumuş, kültürlü, şen şakrak, sesi güzel, resim yapmaya meraklı son derece modern bir kızdı. Söz kesildi, nişan takılacaktı. Tevfik, babası ile konuşma cesaretini gösteremediği için sık sık Kürkçü'ye geliyor annesine bağırıp çağırıyordu. Kızlar dışında hiçbir çocuğu yani oğullar babalarıyla konuşamazlar, cevap veremezlerdi, sadece Yanparlı emir verir onlar da yerine getirirdi.
(6)Salim Güven İlkokulu
- Babama söyle, bu iş olmayacak, bu söz bozulacak, diye haykırıyordu, Tevfik.
Anne Fadime ise
- Ne bileyim aslan oğlum ben nasıl söyleyeyim. Eniştene (Hasan efendi) söyle belki onu dinler, diyerek başından savuyordu.
Yanpar köyü kahvesinde ise Tevfik akranları tarafından alay konusu olmuştu.
- Ulan hem adam malınızı mülkünüzü fakirlere dağıtmak gerek diyor, hem kızınızı alıyor, diye dalgalarını geçiyorlardı.
Nişan olacağı günün sabahında Tevfik, Yanpar'daki iki katlı evin üst katında kuzeye bakan arka penceresinde tüfeğini temizlemekte iken Habbili Hüseyin, İrfan öğretmen ile yoldan yukarı doğru geçmekte idi. Bir an dönüp eve baktı, Tevfik ile göz göze geldiler, Tevfik sunturlu bir küfür savurdu. Hüseyin'in verdiği cevabı dinlemeden tüfeği doğrultup,
- Çekil İrfan, diye haykırarak, tetiğe asıldı.
Hüseyin'i kalçasından vurdu. Hüseyin kanlar içinde debelenirken köylü bir anda başına üşüştü. Hemen alıp yakın bir eve götürüp yarasını sardılar. Tevfik pencereden kalabalığa bağırdı.
- Ben dağa çıkıyorum, dağılın buradan, ortalıkta birini görürsem kafasına sıkarım. Atına atladığı gibi Puğ tarafına doğru gözden kayboldu. Oğulları Fevzi ile Fuat, Ayaş mevkiindeki tarlada çift sürüyorlardı. Faik Kürkçü'de dedesinin yanında yaşıyordu. Aysel küçüktü. Adamın biri Ayaş'taki çocuklara haber verdi.
- Babanız adam vurdu, köye gitmeseniz iyi olur, ortalık karışık, Çocuklar şaşırıp kaldılar ama hemen toparladılar.
- Öküzleri bırakıp ikisi bir ata binerek hızla köye, ağlaşmakta olan
analarının yanına vardılar.
İkindin olmadan Jandarmalar evin etrafını sardılar. Meryem geline tekme tokat saldırıyordu başçavuş.
- Söyle kadın, kocan nereye kaçtı.
Zavallı Meryem gelinin nutku tutulmuştu. Hıçkırarak ağlıyordu sadece. Aysel anasının kucağına gitmek, ona sarılmak isteyince bir tekme ile savurdu başçavuş Aysel'i. Anasına yaklaşan Fuat ve Fevzi de birer tekme yediler. Meryem'in amcası aynı zamanda komşuları Abacı Abdurrahman (gazi) araya girip Meryem'i ve çocukları başçavuşun elinden aldı. Hepsini toplayıp köy odasına götürdüler, sorgu, ifade orada devam etti. Çocuklar hem kendi dayılarından, köyün ileri gelenlerinden, Tevfik'in dayılarından yani Hacı Halil Yusuf, Kahya Mehmet, Küçük Bey (Beğ) gibi güçlü insanlardan. O anda destek ve koruma beklediler ama nafile. Herkes evine çekildi. Kimse ortalıkta görünmedi. Neyse ki Jandarma Meryem'in ifadesini alıp bıraktı, birkaç gün köyden ayrılmadılar, gece arada bir gelip evi kontrol ettiler. Tevfik ise birkaç gün dağda bayırda dolaştıktan sonra Esenli köyündeki asker arkadaşı sınıkçı Nizam Muhhamed'e sığındı. Nizam Muhammet, Halil Yanpar'ın kızı Şehbal'in (ablam) ileride kayınbabası olacaktır. Nizam Muhammet Karapınar'daki tarlalardan birinde harman bekleyen adamlarından birini Tevfik'i saklaması için görevlendirdi. Bir hafta sonra Yanpar'a gizliden haber uçurdu.
- Babanız emin ellerde merak etmeyin.
Tevfik'in Nizam Muhammed'e sığındığı haberi Hüseyin Efendi'ye ulaştı. Avukatı ile bir plan yaptı hemen.
- Gel teslim ol, iyi bir savunma hazırladık, çok ceza almayacaksın, zaten Habbili de şikayetçi olmayacak, diye Tevfik'e haber gönderdiler. On altı gün sonra Tevfik teslim oldu. Savcı, firar ettiği için işin peşini bırakmadı. Toplam yirmi altı ay süren duruşma sonunda dört yıl ceza aldı, son iki
senesini Soma cezaevinde çektikten sonra oradan tahliye oldu.
Vurma olayının hemen ardından nişan bozuldu tabii ki. Yanparlı Hüseyin Efendi oğlunun hapiste rahat etmesi için elinden geleni yaptı. Hatice'ye daha sonra Fikri Mutlu'nun tavsiyesi üzerine Arpaçsakarlar'dan yeğeni Fevzi Özay talip oldu. Fevzi Bey Lise mezunu olup Merkez Bankasında memurdu. 1932 yılında evlendiler. Üç kızları oldu; Fatma, Fitnat, Feyza. Hatice Yanpar Özay, Mersin'in ünlü ressamlarındandı, birçok kişisel ve karma sergide resimlerini sergiledi. Bir çok dernekte aileyi temsil etti. Babasının kahramanlıklarını toplantılarda ve anma günlerinde anlattı. Ölünceye kadar "Yanparlı Hatice Hanım" namı ile anıldı. 2003 yılında 80 yaşında bunama hastalığına yakalanmış olarak öldü.
-15-
İBRAHİM'İN ÖLÜMÜ
Haciali'den iki yaş küçük oğlu İbrahim'in okuyacağından umutluydu. Çok zeki fakat hiperaktif bir çocuktu. Tarsus'ta ortaokulu bitirince Konya Lisesi'ne yazdırdı. Mersin'in tanınmış ailelerinden Sabahların bir oğlu ile birlikte idiler. Hüseyin Efendi okula yüklüce bir bağış yapmıştı. Müdür ile arada sırada telefonla konuşurdu. Fakat ikinci sene kötü haber onu bir karakışta Mersin'de fabrikada iken yakaladı. Okul Müdürü İbrahim'i hastaneye kaldırdıklarını, hemen gelse iyi olacağını söyledi. Derhal Konya'ya gitti. Vardığında ise cenazeyi gömmüşlerdi. Ani kalp krizi dediler. Polis ve hastane raporları aynısını söylüyordu.
-16-
ÇİFTLİK
Sekiz dönüm arazinin içinden Combat ve Göçmen Mahallelerine giden yol geçmektedir. Üç buçuk dönümlük bölümün bir buçuk dönüm kadarı ahırlar, depolar, mutfak, sundurma, fırın ve iki katlı ev ile çevrilmişti ve büyükçe bir avlusu vardı. İkisi birden açılan üç metrelik büyük bir kapıdan girilirdi. Yolun güneyindeki diğer parçada da aynı düzen kurulmuştu. Orada önce oğlu Halil, daha sonra da Faik oturdu. Aslında köy içindeki arazilerinin toplamı zamanla otuz beş dönümü bulmuştu, fakat bir kısmı yola gitmişti ve bir kısmını da okula bağışlamıştı.
Fadime, kızları ve evdeci kadınlar sabah ezanı ile kalkar, hiçbir zaman yirmibeş otuzdan aşağı düşmeyen ırgat ve tutmalar için yemek ve ekmek hazırlarlardı. Pamuk tarlalarında ot dövüleceği ve kütlü (pamuk) toplanacağı zamanlarda bu sayı çok daha fazla olurdu ve bu insanların tamamına üç öğün yemek verilirdi. Kış biterken bağları bellemek için bir iki aylığına urumlu'lar (7) gelirdi. Bunlara da ahırlarda yatacak yer ve üç öğün yemek pişirilirdi. Ayrıca İnekler sağılır ve sürüye katılırdı. Kapalı ekonomi devri yaşandığı için, giyim eşyaları ve çuvallar ve çullar dahil bütün ihtiyaç maddeleri kadınlar tarafından imal edilmekteydi. Sadece tuz , şeker dışarıdan alınırdı.
(7) Mersin ve Tarsus halkı , yüz yıllar boyunca Torosların kuzeyindeki bozkırlardan ve Taşpınar, Niğde, Aksaray, Nevşehir, Kayseri civarından mevsimlik tarım işçisi olarak gelen insanların tamamını Urumlu olarak nitelendirmi şti r. Urumlu, Rum diyarından gelen insan anlamında kullanılmaktadır. Karaman ve Konyalılar Urumlu olarak nitelendirilmezler . Kızların Urumlu 'ya aşık olması yasaktır ve utanç verici olarak görülmüştür . Ayrıca Alevi ve Abdal ile evlenmek hem erkek ve hem de kızlar için kabul edilemezdi.
1950 lerden sonra margarin ve pamuk çekirdeği (çiğit) yağı da dışarıdan alınmaya başlandı. Bütün bu işler için gereken enerji sadece çalı ve odun ateşi yakılarak elde edilirdi. Aydınlanma önceleri kandil ile daha sonraları ise gaz lambası ve pompalı lüks lambaları ile yapılırdı. Her gün hareniler, kazanlar ve kap kacaklar dereden getirilen su ile yıkanır ve kazanların dışı külden yapılan çamur ile sıvanırdı. Çamaşır ise küllü sularda kaynatılırdı. Ayrıca çurfalıkta ve çul dokuma tezgahında sürekli olarak dokunacak çarşaf, elbiselik, çul, çuval ve kilim hazır beklerdi.
Bir de bunların ipliklerinin kirmende eğrilmesi, sarılması, boyanması, tezgahlara yerleştirilmesi var tabii. Hasatta bulgur, döğme, tarhana hazırlanması, pekmez yapılması, küncülerin kurutulup dövülmesi gibi daha sayamadığım onlarca işin hepsi kadınların göreviydi. Yani yağmur fırtına dahil hiçbir gün bir kadının yatıp dinlendiği vaki olamazdı.
Belki doğum yaptıktan sonra bir hafta filan yatabilirdi. Yoksa kadınlar ancak mezarda rahat edebilirlerdi. Yani kadın olmak çok zordu o devirlerde. Bununla birlikte Allah ne verdiyse çocuk da yapılırdı. Gaz ocağının ilk defa gelişinde yaşanan sevinci anlattılar da, yine de odun yakmak kadar zordu. Fakat Likidgaz markası ile bütan gazlı ocakların verdiği sevinci çok iyi hatırlıyorum. Köye elektrik, çeşme suyu ve asfalt yol 1972'den sonra gelmiştir . Bu tarihe kadar içme suyu kuyulardan çıkrıkla çekilmiş, eşeklerin üstündeki sakalarla evlere taşınmıştır.
Ahırlardaki öküzlerin yerini zamanla tarım makineleri ve traktörler aldı. Çiftçilik hiçbir zaman para kazandırmadığı için hiç bol miktarda nakit parası olamadı Hüseyin Efendi'nin. Kütlü hasadı sürekli olarak Tarsus'a damat Hasan Efendi'nin çır çır fabrikasına dökülürdü ve hiç hesap tutulmazdı. Hesabı Hasan Efendi bilirdi. Önemli herhangi bir masraf yapılacağı zaman ödeme ona yaptı rılırdı. Bunadıktan sonra da bu düzen
devam etti. Öldüğünde seksen bin lira kadar parası çıktı. Büyük nakit miras bekleyen çocukların hepsi hayal kırıklığına uğradılar.
-17-
DİGER ÇOCUKLARI
Bilebildiğimiz kadarıyla çocukları Tevfik, Atiye, Sıttıka, Emine, Naci, Hacıali, Hatice, İbrahim, Halil, Nezihe'dir. Tevfik Adana'da Sultani'ye gitti, bitirmeden döndü geldi. Naci'yi de okula göndermek istemişti. Ama maalesef hem şartlar elvermedi hem de çocukların okumaya pek hevesleri yoktu. Onlara yeteri kadar tarla verdi. Geçimlerinde her hangi bir problem olmasına da izin vermedi hiçbir zaman. Naci'ye Kızılalan'da yüz dönüm tarla verdi geçimi için. Naci de tarlanın tam ortasına bir parça narenciye bahçesi dikti. Birkaç sene sonra , "Bahçe diktim çok masraf ettim, arazinin ortasında kaldı" diyerek babasından tarlanın tamamının tapusunu istedi, epey bir tartışma çıktı. Hatta bir seferinde Kürkçü'deki evin ikinci katında merdivenin başında Naci tabancayı doğrultup tehdit etmeye başladı. Hüseyin Efendi hiç tereddütsüz önüne gerildi. "Vur bakalım el aleme seyir çıksın" dedi. Naci tabancayı ardıç direğe ateşledi, sonra koşarak aşağı indi ve hemen Yanpar'a kaçtı. Olayın üstünü örttüler. Bu olaylardan bir yıl kadar sonra Naci bunalıma girerek bir müddet tedavi gördü, bunalıma girmesinin asıl sebebinin gönül meseleleri olduğunu söyleyenler de vardır. Hovarda bir delikanlıydı. Sonunda Hasan Efendi araya girerek baba oğulu barıştırdı. Naci tapuyu aldı, kavga gürültü bitti. Naci'nin ticarete ve para kazanmaya kabiliyeti vardı, kardeşlerinin içinde babasından kalan malı çoğaltan tek örnektir.
Hüseyin Efendi çiftçilikten hiç huzur bulamadığı ve para kazanamadığı için Naci'den sonraki çocuklarının hepsini okutmak için çok uğraştı, elinden geleni yaptı. Haciali ve Halil'in şehirde yaşaması için çok uğraştı ama Halil sonunda 1950 yılında yine köye döndü. Hacıali Adana Lisesi'nde bir süre okudu, sonra biraz ara verip Konya lisesi'ne geçti. Ağa ve gazi çocuğu olmanın verdiği ağırlık ve hava bütün çocuklarını etkilemiştir. Hacıali Konya Lisesinde leyli (yatılı) okurken çok sevdiği arkadaşlarından biri, Konyalılarla Çukurovalıların birbirine girdiği kalabalık bir kavgada birisini bıçakladı. Fakir bir çocuktu. İdareciler suçluyu bulup okuldan atmaya kararlıydılar. Tam bu çocuk suçunu kabul edecek iken bizimkisi ortaya çıktı,
- Ben vurdum, dedi.
Hemen okuldan attılar Hacıali'yi, Mersin'e döndü. Askerlik dönüşü Çukurova dokuma fabrikasında çalışmaya başladı baş veznedarlığa kadar yükseldi. Bütün kardeşleri gibi amansız bir sigara tiryakisiydi. Murat ve Fatma (Suat) adında iki çocuğu oldu. Hiç sevmeyeni yoktu, sohbet adamıydı. Elinde avucunda ne varsa etrafındaki muhtaçlara dağıttığı söylenir. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra elli yaşında akciğer kanserine yenik düştü.
Halil (Babam) önce Tarsus orta okuluna gitti. Sonra babası onu büyük umutlarla İstanbul'a Hayriye Lisesine leyli (yatılı) gönderdi. Hayriye Lisesi zamanın özel kolejlerinden biriydi. Anadolu'nun varlıklı aile çocuklarının devam ettiği paralı bir okuldu. Hem leyli hem de meccani (yatısız) öğrenciler okuyordu. Rıfat Ilgaz, meşhur "Hababam Sınıfı" romanını bu okulda geçen olaylardan esinlenerek yazdığını anlatmıştı. Okul ve yatakhane Saraçhane'de şimdiki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bulunduğu yerde ahşaptan inşa edilmiş dört katlı bir yapıydı. Edremitli bir
grup mezun olamayacaklarını anlayınca okulu evraklar kaybolsun diye yaktılar. Yıl sonuna bir ay kaldığından ve evraklar yandığından Maarif Müdürlüğü öğrencilerin beyanını doğru kabul ederek, hepsini İstanbul Erkek Lisesine gönderdi. İstanbul Erkek Lisesi Fransızca tedrisat yapmaktaydı ama bizimkileri hiç okula yanaştırmadan mezun edip diploma verdiler.
Halil'i askere gitmezden önce 1943 yılında amcası Murat'ın kızı Hatice ile evlendirdiler. Gelin Fadime Hala'nın Mersin'deki evinden bir taksiye bindirildi. Yağmur yolları o kadar bozmuştu ki taksinin asfalttan Kürkçü'ye girmesi imkansızlaşmıştı. Gelin alayı mecburen Yakaköy'e gitti, gelini orada tanıdıklardan temin ettikleri bir ata bindirdiler. Halil'in yeğeni genç Fuat atın başını köye kadar çekti. Maceralı bir yolculukla Kürkçü'ye vardılar. Çiftlikte daha önceki gelinlerin de kaldığı odayı onlara verdiler. Evin aile efradının kaldığı ikinci katında L şeklinde büyük bir sofa ve birisi mutfak olarak kullanılan toplam üç oda bulunurdu. Odanın birinde gelin damat kalırdı. Diğerleri de mutfağa ve aşağıdaki bir odaya tıkışıyorlardı. Halil'den önce Haciali ve Tarsus'tan gelin gelen Peyman aynı odada kalmışlar, sonradan iş bulununca Mersin'e taşınmışlardı. Koca ağanın evi bu kadardı. Hiçbir zaman harcanacak büyük nakit para olmadığından büyükçe ve sağlam bir ev yaptıramadılar. Halil, Tuzla Piyade okulundan sonra 1944 yılında İkinci Cihan Harbi şartlarında Kars Arpaçay Rus sınırında asteğmen ve teğmen olarak üç yıl askerlik yaptı. Babasının torpil yaparak daha iyi ve yakın bir yere tayin ettirme teklifini şiddetle reddetti. Karısını yanına aldırdı. Büyük kızı orada doğdu. İlk çocuklarına Kars yöresinde kullanılan Acem isimlerini verdi. Şehbal, Altuğ, Şehnaz gibi. Kars Merkez'de alay karargahında görev yaparken lojmanı ve emir eri vardı. Ama subayların bir çete kurarak, köylülerin tek yakacağı olan tezekleri çalarak tekrar onlara
sattığını tespit edip generaline şikayet edince kendisini Arpaçay'da bir sınır karakolunda buldu. Çünkü şikayeti çetenin başına yapmıştı. Karısını ve bebeği sınır karakoluna götürmesi mümkün olmadığından çaresiz trenle geri Mersin'e yolladı. Rus sınırındaki karakolda şartlar o kadar ağırdı ki sağ kurtulduğuna bir türlü inanamazdı.
Askerlik dönüşü çiftçiliğe başladı ve o da ağabeyleri gibi ekonomik nedenlerle babası ile anlaşmazlığa düştü. Türkiye'nin ekonomisi o kadar kötü idi ki bütün aile üç bin dönüm pamuk ekiyorlar, üç yüz ton kütlü elde ediyorlar fakat yüz ton bile çiğit satamıyorlardı. O zamanlarda pamuk üreticisi çırçır fabrikasına kütlüyü teslim eder, isterse kilo başına çekme parasını verir çiğidini ve pamuğunu alır giderdi ya da pamuğu çırçır fabrikasına satar, çiğidi mecbur alır giderdi. Çiğit de öküz ve inek yemi olarak kullanılırdı. Çiftlikte eylül ekim ayından sonra çiğit yığınlarından geçilmezdi. Pamuk da genelde Levantenlere ya da iplikçilere altı ay ile bir sene arasında değişen vadelerle satılırdı. Çiğit ise ancak Hasan Karamehmet ve oğlu Reşat Karamehmet 1966-67 yıllarında çiğitten pamuk yağı üreten Karam Yağ Fabrikasını kurunca para etmeye başladı. Halil 1971 yılında köyü terk edip Mersin'e yerleşmeye karar verdi, babasından kalan bütün arazileri satarak çocuklarına birer apartman dairesi satın aldı. Kalan nakit ile huzur içinde yaşamayı planlıyordu. 1982 yılında beş yıl süren astım krizleri sonucunda kalp yetmezliğinden 62 yaşında hayata veda etti.
Hüseyin Efendi'nin en küçük kızı Nezihe ilk mektebi bitirdi. Çelebili Köyünden Recep Hoca'nın Ziraat Teknisyeni olan oğlu Mehmet Akın ile evlendirildi. Çok gösterişli bir düğün yapıldı. Hatta, Kürkçü Köyü Göçmen Mahallesinin olduğu merada cirit müsabakası bile yapıldı. Bu Mersin'de yapılan son cirit gösterisiydi.
Nezihe gençliğinden buyana gösterişi sevmeyen bir yapıya sahipti, bir çok muhtaç öğrenciye burs vermiş ve desteklemiştir. Bir çok muhtaç aileye de önemli yardımlar yapmıştır ve bu yardımları her zaman için gizlice gerçekleştirmiştir. Babasının anısına Göçmen Mahallesinin Camisini ve minaresini yaptırmıştır.
-18-
KARISI FADİME'NİN ÖLÜMÜ
Yanparlı Hüseyin Efendi'nin eşi Fadime son olarak 1927 de Nezihe'yi doğurduğunda elli iki yaşındaydı. On üç doğum yaptığını daha önce anlatmıştık. 3 Mart 1946 tarihinde kalp yetmezliğinden öldü. Mezarı Kürkçü'de eşinin yanındadır. O tarihlerde ölen kadınların mezar taşlarına isim yazılmaz sadece baş tarafındaki taş kadın başı şeklinde yontulurdu. İlk defa Fadime'nin mezar taşına ismini ve öldüğü tarihi kazıdılar. Hastalığı sırasında belki de hiç doktora götürmediler. Karacailyas'ta meşhur Yusuf hoca vardı muska yazar, fal bakar, kayıplardan haber verir, okur, üfler, geçimini buradan sağlardı. Bir doksan boyunda, iri yarı, pos bıyıklı, sakallı bir adamdı. Bizim çocukluğumuzda da aynı işi yapardı. Çocuğu olmayan kadınların göbeğine ya da göğüslerine yalnız kaldıkları bir odada kopya kalemle muska yazması ile meşhurdu.
Komşumuz Elif kadıncağız müzmin baş ağrısından şikayetle Yusuf hocaya gitmiş. Bizler de o zamanlar hava müsaitse hemen her hafta çamaşır, çul, çuval ne varsa eşeklere yükler, kadın ve çocuklar dereye giderdik. Derede kazanlarda su kaynatılır, çamaşırlar, çullar ve çocuklar yıkanırdı. Kadınlar da bezler ve hararlardan yapılan bir kulübede yıkanırlardı.
Dereden dönüşte ve gidişte yüksek yerlerden küçük göletlere büyük taşlar atılır, onun çıkardığı ses ve görüntü ile eğlenilirdi. Tabii ki bu bütün köylerdeki hayat tarzıydı, çünkü köylerde ne akarsu, ne de çeşme bulunurdu. Hoca, zavallı kadının baş ağrısının sebebini bulmuştu.
- Dereye çamaşıra giderken göllere taş atıyorsun. Melekleri uyandırıp rahatsız ediyorsun. Bir daha yapma. demişti
İşte bu hoca, baktığı hastalardan umut kestiyse peşin aldığı parayı geri verirmiş. Kızlar anneleri Fadime'yi hocaya son götürdüklerinde kapıdan çıkarlarken birisini çağırmış ve parayı geri vermiş. Kızlar bir şey anlamamışlar ama köye gelip Fakılı Dudu neneye anlattıklarında her şey anlaşılmış.
Yanpar'lı Hüseyin Efendi karısını kaybettikten sonra tekrar evlenmeyi çok düşündü, birkaç sefer de yeltendi ama Yanpar soyunun çoğu kadınları gibi kendi kızları da bu anlayışı ona göstermediler. Kesinlikle izin vermediler.
-19-
BUNAMASI VE ÖLÜMÜ
İkinci Dünya Savaşı boyunca hac yolculuğu yasaklanmıştı. 1948 yılında hac serbest bırakılınca, Muhsin Efendi ve onun babası Hacı Ahmet Efendi ile birlikte Hac'a gitti. Gidişi ve dönüşü çok zahmetli bir şekilde altı ay sürdü. Dönüşte kolera salgını yüzünden gemileri İzmir Limanı'na çekildi, uzun süre karantinada kaldılar. Bunamanın ilk belirtileri 1957 yılında görülmüştür. Kızı Hatice'nin ve Fevzi Özay'ın satın aldıkları evde oturan kiracı, onlar yaylada oldukları için kirayı, Hüseyin Efendi'ye ödemişti. Ama o almadığını söyledi. Bereket şahitler vardı da skandal önlendi. Beslemeleri
Nurten ve kocası Sadık iki sene kadar baktılar. Çok yüksek maaş verildi. Tabii ki bu fazla sürmedi, son yıllarında oğlu Halil babasının evine taşındı. Her bunama hastası gibi Hüseyin Efendi'nin bakımı da zordu, gelini ve yeğeni yani annem Hatice ile torunu Şehbal'in büyük emekleri geçmiştir. Kendilerine şükran duymaktayım.
Bu satırların yazarı Yanpar'lı Hüseyin Efendi'yi elinden tutup gezdirme şerefine nail olmuştur. 20 Temmuz 1963 tarihinde kendi evinde kendi döşeğinde öldü. Cenazesi çok kalabalık bir topluluk tarafından uğurlandı, Kürkçü Köyü tarihinde böyle kalabalık görülmemiştir. Devlet erkanının katıldığı resmi cenaze töreni yapıldı. Silah arkadaşları Kuvayi Milliyeci kıyafetleri ve silahlarıyla mezarı başında nöbet tuttular.
Ruhu şad olsun.
KUVAYİ MİLLİYE MÜCAHİDİ - MUDAFAİ HUKUK CEMİYETİ AZASI
YANPAR'LI HÜSEYİN EFENDİ
(Hüseyin Yanpar)1878 -1963